Osmanlı tarihinin en acımasız celladı: Kara Ali

Osmanlı cellatları genellikle çingenelerden seçiliyordu. Cellatlar, padişahın Fermanı ile mahkûmları, eşkıyaları, siyasi suçluları, devlete ihanet edenleri, hırsızları, kısacası çoğu suçlunun idamından sorumluydular.

Cellatlar ayrıca mahkûmları ve suçluları konuşturmak, işkence yapmak ve onları cezalandırmak için de kullanılıyorlardı. Gözü kara ve soğuk kanlı olmalarının yanında genellikle sağır ve dilsizlerin arasından seçiliyorlardı.

MAHKUMA KIRMIZI ŞERBET UZALITIRSA…
Cellat konusunda en bilinen yer Balıkhane Kasrı’ydı. Buradaki mahkumlar zindana atılır, 3 gün boyunca zindanda haklarında karar çıkmasını beklerlerdi. Bunun nedeni padişahın bir anlık kızgınlıkla idam kararı vermesini önlemekti.

3 gün sonunda mahkûmların bulunduğu zindandaki kapı açılır ve kendilerine bir şerbet uzatılır. Bu şerbet eğer beyaz renkte ise idamdan vazgeçildiği ve sürgüne gönderileceği anlamını taşırdı. Eğer şerbet kırmızı renkte ise başımız sağ olsun…

KORKUSU OLMAYAN BİR CELLATBAŞI: KARA ALİ
Cellatlar özel mertebede bulunan kişilerdi ve halk tarafından hiçbir şekilde sevilmezlerdi. Bu işkence makinelerine kimse yanaşmak dahi istemezdi. Osmanlı tarihine adını kara harflerle yazdıran cellatların başında, çingene Kara Ali geliyordu.

ŞAİR NEFİ’Yİ BOĞDURAN CELLAT
Pek çok sadrazamla birlikte onlarca mahkumun canını alan Kara Ali, oldukça korkutucu bir dış görünüme sahipti. Sırtında ve belinde Satırlar, bıçaklar ile gezen, işini kusursuz yapan, oldukça soğuk kanlı bir cellattı.

Kara Ali öldürdüğü onlarca mahkum ve sadrazamın yanında, boğarak öldürdüğü ve sonrasında cesedine taş bağlayarak Marmara sularının derinliklerine attığı ünlüler arasında, şair Nefi bile var.

SULTAN İBRAHİM’İN İDAM EMRİNİ DUYUNCA YIKILDI
İdam ettiği insanların sayısı belli olmayan bu acımasız celladın infazından kaçmaya çalıştığı tek kişi vardı; o da “Deli” lakabıyla anılan Sultan İbrahim’di.


Psikolojik sorunları olan ve ‘deli’ lakabıyla anılan Sultan İbrahim’in Kösem Sultan ve sadrazamları tarafından sarayın düzeni için idamına karar verilmişti. Sultanın hapsedildiği odada, İbrahim’i boğmak üzere görevlendirilen cellat Kara Ali idi. Cellat Kara Ali’nin en mühim eseri, Sultan İbrahim’in katliydi.

Kara Ali; şeyhülislam, Sadrazam Sofu Mehmet Paşa, kazasker ve şakirdi Hamal Ali ile hep birlikte, Sultan İbrahim’i boğmaya gittikleri zaman, sanatında ilk defa yenik düştü. Fakat padişaha el uzatmaya cesaret edemiyordu. Kara Ali yapmamak için yalvardıkça sadrazam değnekle yüzüne gözüne vuruyor, işini yapmasını söylüyordu.

SULTAN İBRAHİM’İN İDAM EMRİNİ DUYUNCA YIKILDI
İdam ettiği insanların sayısı belli olmayan bu acımasız celladın infazından kaçmaya çalıştığı tek kişi vardı; o da “Deli” lakabıyla anılan Sultan İbrahim’di.

Psikolojik sorunları olan ve ‘deli’ lakabıyla anılan Sultan İbrahim’in Kösem Sultan ve sadrazamları tarafından sarayın düzeni için idamına karar verilmişti. Sultanın hapsedildiği odada, İbrahim’i boğmak üzere görevlendirilen cellat Kara Ali idi. Cellat Kara Ali’nin en mühim eseri, Sultan İbrahim’in katliydi.

Kara Ali; şeyhülislam, Sadrazam Sofu Mehmet Paşa, kazasker ve şakirdi Hamal Ali ile hep birlikte, Sultan İbrahim’i boğmaya gittikleri zaman, sanatında ilk defa yenik düştü. Fakat padişaha el uzatmaya cesaret edemiyordu. Kara Ali yapmamak için yalvardıkça sadrazam değnekle yüzüne gözüne vuruyor, işini yapmasını söylüyordu.

YAPMAK ZORUNDA KALDI
“İşini tez tut, biz dışarıda bekliyoruz.”
Sayısız kelle uçurmuş cellat Kara Ali’nin rengi attı. Eski padişah öldürülür müydü? O soğukkanlı, acımasız cellat bu idamla karşı karşıya kaldığında ne yapacağını bilmeyen çaresiz bir adama dönüşmüştü.

SULTAN İBRAHİM’İ GÖZ YAŞLARI İÇİNDE BOĞDU
“Ben bu işi yapamam! Beni öldürün, ama bu işi yapmaya zorlamayın. Sultan İbrahim’e kıyamam!” diyen Kara İbrahim kendi canıyla tehdit edilmişti. Cellat Kara Ali’ye ,kendi canı daha kıymetli geldi. Nihayet Kara Ali, şakirdi ile beraber, Sultan İbrahim’in kaldığı odaya girdi, feryatlar ve gözyaşları içinde Sultan İbrahim’i boğdu.

Pomaklar kimdir ? Tarihçeleri nedir ?

Hristiyan slavlar Müslümanlarına Osmanlı ordularına yardım ettikleri için yardımcı anlamına gelen “pomagaç” adını vermişler ve bu zamanlarda Pomak şeklini almıştır. Ancak bu kelime Osmanlı müelliflerinin eserlerinde geçmediği gibi, Pomak adına da hiçbir yerde rastlanmamaktadır.

Bu tabir Türkçe eserlerde ancak 1877-1878 Türk-Rus harbinden sonra Balkanlar’dan gelen muhaceretler dolayısıyla rastlanır. Pomak kelimesinin anlamı ve kaynağı üstünde duranlar, bunun slavca pomaçi (yardım etmek) fiilinden türeyen pomagaçi (yardımcı) kelimesine dayandığını göz önünde tutarak Pomakların voynuk teşkilatı’nda yardımcı vazife görmelerinden dolayı bu adı aldıklarını ileri sürerler.

Pomak kelimesinin bulgarca mak (şiddet göstermek, cebretmek) fiilinden gelmiş olması ihtimali üstünde de durulmuş, bu kelimenin maça, mıça (eziyet çekmek) fiiliyle ilgili olduğu iddia edilmiştir. Mahalli halk ise kendisine Acharyani veya Agaryani adını verir.

Bu arada pomak kelimesinin Türkçe çomak adiyle ilgisi de araştırılmıştır. Bulgarlar, Pomakça nın kendi dillerine yakın olması yüzünden, Pom aklara müslüman Bulgarlar adını verir. Bulgaristan’ın Selvi ve Lofça bölgelerinde bulunan köylerin bir kısmı XI10. yüzyılda Osmanlılar tarafından pomak köyleri diye adlandırılıyordu.

Fakat eski tahrir defterlerinde pomak adı taşıyan köy ve nahiye yoktur. Pomaklar, başlangıçta Rodoplar’da yaşıyordu. Türkler 1356’dan itibaren Rumeli’ye geçmeğe başladıktan sonra bu bölgelere kadar girdiler. Müslümanlık, yerli halk arasında yayıldı.

Pomaklar 17. yüzyıldan sonra müslüman oldular. XI10. yüzyılda Pomakların yaşadığı bölgeler Rodoplar ile Doğu makedonya arasındaydı. Bulgaristan’ın kuzeyinde Lofça, Plevne, Rahova, Orta Bulgaristan’da ise Filibe, Selanik, Manastır vilayetlerinde Pomaklar vardı.

1880’de yapılan bir sayıma göre, Bulgaristan’da 400 000 Pomak yaşıyordu. Bulgaristan’da çıkan ihtilaller sırasında Rodop Türkleri gibi Pomaklar da büyük yıkımlara uğradılar. 1877-1878 Türk-Rus savaşları sırasında Pomaklardan bir kısmı Makedonya’ya, bir kısmı da Anadolu’ya geçti.

Ayasta-fanos antlaşmasına göre (3 mart 1878), Rodoplar’da yaşayan Pomaklar, öteki müslümanlarla birlikte bağımsız bir devlet kurmak istediler. Fakat 1878 Berlin antlaşmasıyle Pomakların yaşadıkları eski toprakların sınırları Bulgar prensliği ve Doğu Rumeli yararına değişti.

Bu yüzden 1892 yılma kadar Anadolu ve öteki osmanlı ülkelerine sığınan pomak ve müslümanların sayısı 700 OOO’i buldu. 1885’te iki Bulgar prensliği birleşince Pomaklar yeniden Anadolu’ya ve Selanik’e göç ettiler. Bu sebeple 1891’de Bulgaristan prensliğinde 28 000, 1910’da ise (resmi sayımlara göre) 21143 pomak kaldı.

Buna rağmen 1917’de Bulgaristan’daki Pomakların sayısı 121 000’e çıktı. Bugün Bulgaristan’da 100 000 Pomak yaşadığı sanılmaktadır. Bulgarlar zaman zaman Pomakları bulgarlaştırmağa çalıştılar, fakat bundan olumlu bir sonuç alınamadı.

Bunun üzerine Pomaklar, bulgar topraklarını terke zorlandılar. Bugün Türkiye’nin bazı bölgelerinde de, özellikle Çanakkale ve çevresi, Bursa ve çevresinde, Kırklareli’nde Pomak vardır, fakat bunlar Türkleşmiştir. Pomak dili bir tür bulgarca şivesi olmasına rağmen, içine Türkçe kelimeler de karışmıştır, bu yüzden Pomaklar türkçe de konuşurlar ve Türklere büyük bir yakınlık gösterirler.

Pomaklar bütün tarihleri boyunca Osmanlı Devletine sadakat ile hizmet etmiştir. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşının elim neticeleri Rodop ların Rus ordusu ve Bulgar komitacıların istila tehlikesine kaldığı vakit, Rodop Türkleriyle Pomaklar yine birlik ve beraberlik içinde düşmanlarını bu bölgeye sokmamışlardır.

3 Mart 1878’de imzalanan Ayastefanos andlaşması hükümlerine itiraz etmişler ve oturdukları bölgede “Muvakkat hükümet” kurmuşlardır. Bulgar-Rus kuvvetleri muahede şartlarını yerine getirmek için, Pomaklara saldırdılar. Pomaklar ve Rodop Türkler’i, aylarca mukavemet edip memleketlerine düşmanı sokmadılar.

1878 Haziran ayından itibaren büyük Avrupa devletlerinin ve Osmanlı Devleti’nin mümessilleri Berlin’de barış müzakerelerine başladıkları vakit, Rodoplar’da savaş devam ediyordu. Bu çetin mücadele Berlin Berlin Almanya’ın başkenti. 1943’te Almanya ikiye bölününce, Berlin de Doğu Berlin ve Batı Berlin diye ikiye bölündü.

Doğu Berlin, Doğu Almanya’nın başşehri, Batı Berlin ise Batı Almanya’nın bir eyaleti oldu. 1961’de Doğu Almanya tarafından yapılan ve “Utanç Duvarı” diye tanınan Berlin Duvarı, Almanya’nın bölünmüşlüğünün bir sembolüydü.

Toplanan kongre üzerinde etkili oldu ve çeşitli milletlerin temsilcilerinden oluşan bir heyet, Rodoplar’a gönderildi. Neticede Pomaklar arzularına kavuştular. Berlin Kongresi kararları gereğince müstakil bir “Şarki Rumeli Vilayeti” kuruldu ve Pomaklar’ın vatanı düşman istilasından kurtuldu.

Fransa’nın Mezbahatü’s Kub Kub utancı

Batılar dünyayı yağmalamak amacıyla başlattıkları coğrafi keşiflerle üzerinde hiçbir hakkı olmadığı toprakları talan etmiş, bu bölgelerdeki insanlara akılalmaz zulümleri reva görmüştü.

Avrupalı haydut devletlerin önde gelenlerinden biri olan Fransa da Afrika’da, hassaten de Çad’da büyük insanlık suçlarına imza atmıştı.

700 BİN OLAN NÜFUS SADECE ÜÇ YILDA 400 BİNE GERİLEDİ
Çad Gölü Havzası, 1800’lerin sonlarında İngiliz ve Fransızların nüfuz alanı haline gelmiş; iki devlet de birbirini kollayarak, kimin daha fazla sömürgecilik yapacağına dair mücadeleye girişmişti.

Sonunda taraflar, sanki kendi topraklarıymış gibi 21 Mart 1899’da bir anlaşma imzalayarak, Çad’ı bölüşmüşlerdi. Buna göre, Dârfûr, İngiliz hâkimiyetinde kalırken, Fransa da Çad’ın doğu ve kuzey kısımlarına el koymuştu.

Aynı anlaşmayla, küçük sömürgeci Almanya’ya ise Kamerun ve Nijer toprakları bırakılmıştı. Bu paylaşım ve beraberinde gelen Fransızların yerli halka karşı kullandıkları orantısız güç, kısa sürede isyanlara yol açmıştı.

Yaklaşık 7 yıl süren bu süreçteki en kanlı olaylar ise Fransız Komutan Amedee François Lamy’nin öldürüldüğü 22 Nisan 1900 tarihindeki Kuseyri Savaşı ve bunu takip eden çatışmalarda yaşanmıştı.

Fransız sömürge yönetimi, kapsamlı bir jenosid faran uyguluyordu. Yönetim, salt silahlı saldırılarla yetinmiyor, sosyo-ekonomik düzeni bozmak için elinden ne gelirse yapıyordu. Önce bölgedeki tabiî sınırlar ile siyasi bölgesel tanımlamalar ortadan kaldırıldı.

Bölgedeki tüm ekonomik sistem bozuldu. Geleneksel ticaret uygulamalarına yasaklamalar getirildi. Bölgenin en büyük geçim kaynakları olan tarım ve hayvancılık özel saldırılarla geriletildi, yer yer yok edildi.

Ekonomik yıkım ve buna bağlı olarak ortaya çıkan kıtlık, açlık öyle boyutlara varmıştı ki, halk arasında “göğse vuran açlık” diye bir tabir yayılmıştı.

Fransız güçlerinin 1900’lerin ilk çeyreğindeki insanlık dışı tutumu inanılmaz boyutlara ulaşmıştı. Bu trajedinin sonucunda, nüfusun neredeyse yarısı hayatını kaybetti.

Vaday ve Abeşe’de Eylül 1911 ve Temmuz 1914 tarihleri arasında gerçekleştirilen nüfus sayımları, acı tabloyu özetliyordu. Buna göre, 1911’de Vaday’da 700 bin olan nüfus, sadece üç yıl içerisinde 400 bine gerilemişti. Yine, Abeşe’de 1911’de 28 bin olan nüfus, 1914’te 5 bine düşmüştü.

YERLİ İŞBİRLİKÇİLER “FRANKOFON”LAR
Maddi kıyımlar böyle devam ederken, Fransızlar bölge halkının manevi değerlerini de hedef alacaktı. Çad’ı merkeze koyan bir anlayışla Gabon, Kamerun, Kongo ve Orta Afrika’da inanç ve kültür bazlı deneyimlemelere girişildi.

Bu süreçle birlikte İslam dinine karşı tam bir mücadele başlatıldı. İslam’a karşı propaganda yasaları uygulamaya konularak, var olan sisteme tek alternatifin “Avrupa değerleri” olduğu vurgulanmaya başlandı.

Batı tipi meyhaneler, müzikholler, kafeler hızla yayılmaya başladı, bu tip yerler açmak isteyenlere destek sağlandı, böylece “modernleşme” adı altında toplumda bir dejenerasyon politikası hayata geçirildi.

Süreç içerisinde yerli halktan değişime teşne bir kesim türedi. Bunlar, Fransa yönetimine direnmeyen, böylece maddi ayrıcalıklar elde eden “Frankofon” (Fransızca konuşanlar) olarak adlandırılan bir kesimdi.

FRANSIZLAR 400 ÂLİMİ PALALARLA KATLETTİ
Fransızlar’ın İslam’a karşı bu tip saldırıları karşısında bölgedeki Müslüman âlimler, halkı sömürgecilere karşı direnişe çağırdı. Müslüman halk da âlimlerin yönlendirmesiyle örgütlenmeye başlayınca sömürgeci yönetim, başka hilelere başvuracaktı.

Hemen bir kumpas kuruldu. Çad’ın farklı bölgelerindeki âlimler, “ülke yönetiminin nasıl şekilleneceği hakkında bilgi vermek” bahanesiyle bir toplantıya çağrıldı. 1917’de Vaday bölgesindeki Abeşe şehrinde 400 dolayında âlim toplandı.

Sabah namazını kılmak için bir araya gelen âlimler, bu esnada Fransız kalleşliğini bir kez daha gördüler. Pusuda bekleyen Fransız askerler, ellerinde palalarla cami içinde ve çevresindeki bütün âlimleri katlettiler.

Öldürülenler arasında Çadlı meşhur şair Abdülhak Abdül Evâlî es-Senûsî et- Ercemî, kardeşleri Ali es-Senûsî ve Behram es-Senûsî’nin yanı sıra Fakih Azolo, İmam Âdem, Fakih Sombo Ciami ve Fakih Abdurrahman gibi nice velûd âlim yer almaktaydı.

Sabah namazındaki saldırı öyle vahşice, öyle kanlıydı ki, Çad lehçesinde pala, satır anlamına gelen “es-satur”dan ve satırın her indiğinde çıkardığı sesten kinaye, yerli halk katliama “Mezbahatü’s Kub kub” adını vermişti.

Saldırının hemen ardından âlimlerin başları gövdesinden ayrılmış naaşları, Ümmü Kâmil vadisinde bir toplu mezara defnedilmişti. Bu şehitlik, günümüzde halen varlığını muhafaza etmekte.

AYNI ALÇAK YÖNTEMLE 100 ÂLİMİ DAHA ÖLDÜRDÜLER
Fransa’nın sayısız soykırımlarından sadece birisi olan Çadlı Müslüman Soykırımı’nı, Medeniyet Üniversitesi’nin dergisinde “Fransa’nın Yok Sayılan Kara Tarihinden Bir Kesit: 100. Yılında Unutulmuş Kub Kub Katliamı 1917” başlıklı makalede anlatan Prof. Dr. Ahmet Kavas ile Dr. Muhammed Tandoğan, bir süre sonra 100 civarında âlimin de başka bir yalanla kandırılarak bir araya getirildiğini ve bu âlimlerin de tıpkı “Mezbahatü’s Kub Kub” vakasında olduğu gibi katledildiklerini de dile getiriyor.

Atatürk imzasının az bilinen hikayesi

1934 yılında soyadı kanununun çıkarılmasıyla birlikte Mustafa Kemal’e Atatürk soyadı veriliyor. Bunun üzerine meclisteki vekiller Atatürk’e güzel bir imza tasarlanması gerektiğini düşünüyorlar.

O günlerde Robert Koleji’nde uzun yıllar öğretmenlik yapan Hagop Vahram Çerçiyan, 1920’li yıllarda güzel yazı konusunda uzmanlaşmış bir sanatçı öğretmendi. Çerçiyan, toplamda beş imzadan oluşan numuneleri tam da istedikleri gibi 24 saat içinde hazırlamıştı.

İmzayla ilgili Atatürk’ün özel kalemi, Boğaziçi’ndeki Bebek semti Komiserliği tarafından Hagop Vahram Çerçiyan’a isteği ulaştırıyor.

O GECE HİÇ UYUMADAN HEYECANLA İMZAYI TASARLADI
Vahram Çerçiyan, Ankara’dan mesajı aldığında, saat akşamın dokuzuydu, önce heyecanını yatıştırmaya çalıştı. Nihayet hayatının en değerli görevini yerine getirecekti. Değil sevdiği, saydığı Ata’ya bir imza bulmak görevi kendisine verilmişti.

Vahram Çerçiyan kolları sıvayıp masasına oturdu. Saatler ilerledikçe önündeki kağıt parçaları çoğalıyordu. Sabahın erken saatlerinde ise kağıt parçaları yavaş yavaş azalmaya başladı. Sabahın sekizinde önünde beş imza örneğiyle başbaşa kaldı.

Aralarında bir seçim yapamıyordu, kararı Atatürk’e bıraktı. İmza örneklerini kapıda bekleyen komiserlere verdi. Bütün gece gözünü bile kırpmamıştı, ama hiç bir yorgunluk hissetmiyordu. Ömre bedel bir gece geçirmişti.

O yıllarda küçük bir çocuk olan Çerçiyan’ın oğlu Dikran Çerçiyan, o geceyi şu sözlerle anlatıyor;

“BABAM ATATÜRK’Ü CANI GİBİ SEVERDİ”
“Saat sabah 8:30 sularıydı. Kapı çalındı annem açtı. Endişeli bir suratla odaya dönüp, ‘Vahram kapıdaki komiser ve bir sivil adam seni görmek istiyor’ dedi. Önce okulda bir hadise olduğunu sandık…

Babam hemen masa başına geçti çünkü imza numunelerini hazırlamak için sadece bir günü vardı sabah saat 8:30’da imzaları teslim etmesi gerekiyordu. Bütün gün babamı seyretmekten yorulmuştum. Bir süre sonra uykuya daldım.

Sabah uyanıp yanına gittiğimde masasında beş hazır imza numunesi gördüm, istenildiği üzere sabah saat 08:30’da numuneler bir gün önce kapımıza gelen komisere teslim edildi. Babam Atatürk’ü canı gibi severdi ben de öyle ve yaptığı işten dolayı büyük kıvanç duyuyordu.”

ATATÜRK NUMUNELER ARASINDAN 5.’Yİ SEÇTİ
Aradan üç gün geçmişti ki, Vahram Çerçiyan, Ata’dan bir mektup aldı. İmzalardan birini seçtiğini, bundan böyle yalnız onu kullanacağını bildirmiş Atatürk. Hazırlanan numuneler arasından beşinci imzayı seçmişti.

50 yıldan uzun bir süre öğretmenlik yapan Vahram Çerçiyan’ın öğrencileri, bugün birbirlerini el yazılarından tanıyabiliyorlar. Bu öğrenciler arasında Ecevit, Kasım Gülek, Selim Sarper, Ömer Celâl Sarç, Behçet Ağaoğlu da var.

BU YAZILARIDA OKUMAK İSTEYECEKSİNİZ
*Dünyayı değiştiren bir insan ölüyor, ama otopsisi yapılmıyor.
*Atatürk’ün yasaklanan tarih kitapları
*İngilizlerin belgelerle Atatürk’e Düzenlediği Suikast Girişimleri
*İrlandalılar, İngiliz Emperyalizmini Yenen Mustafa Kemal Paşa’dan Yardım Talep Ediyor

Baltacı Mehmet Paşa ve Rus Çariçesi Katerina skandalı

Tarihin tozlu sayfalarından çıkıp ara ara gündeme gelen Baltacı-Rus aşkını, az çok hepiniz biliyorsunuz. 1710’larda yaşanan Prut Savaşı’nda, Baltacı Mehmet Paşa ile Çariçe I. Katerina arasında geçen ilişkiye dair pek çok tartışma var.

Osmanlı sadrazamını Rus ordusunu imha etmekten vazgeçiren hadise, Rus Çariçesi Katerina’nın çadırına yaptığı bir ziyaretten kaynaklandığı iddiasıyla başladı. Kimileri bunun bir palavra olduğunu düşünürken, kimi tarihçiler olayın doğruluğu konusunda ısrarcı. Nedir bu Baltacı-Rus aşkı?


O DÖNEM OSMANLI RUS İLİŞKİLERİ KIZIŞMIŞTI
Hikayenin magazin kısmından önce, Osmanlı ve Rus ordusu arasında yaşanan hadiseleri hatırlayalım. 18’inci yüzyıl başladığında Osmanlı İmparatorluğu, hiç olmadığı kadar büyük bir Rus tehlikesiyle karşı karşıyaydı.

Karlofça Antlaşması ile kaybedilen topraklar yetmezmiş gibi bir de Rusya’nın büyük hedeflerine uygun olarak yeni topraklar kaybetmek, hiç de kabullenilecek bir durum değildi.

SAVAŞ AÇTIK: RUS’U SIKIŞTIRDIK
Osmanlı Devleti ile Rusya arasında senelerdir devam eden bu anlaşmazlık, Osmanlı’nın 1711’de Rusya’ya savaş ilân etmesiyle fitillendi.

İşte magazin skandalının baş kahramanı Sadrazam Baltacı Mehmed Paşa da orduyu kumanda ettiği kara birlikleri ile Rus Çarı Petro’nun ordusunu bulabilmek için Davudpaşa Kışlası’ndan sefere çıktı. İki ordu, 19 Temmuz sabahı Prut Nehri sahilinde karşılaştılar.

Baltacı’nın kuvvetleri, Ruslar’a cepheden saldırdı. Sonuç olarak Çar Petro, 60 bin askeriyle beraber Prut Nehri’nin gerisindeki bataklıklar arasında sıkıştı; savaş tamamen Osmanlı’nın lehine dönmüştü.

PETRO VE ORDUSUNUN BİR SIKIMLIK CANI KALMIŞTI
Petro’nun beklemediği bir başka olay da karşı cephede gerçekleşti: Osmanlı, 140 bin kişilik büyük bir ordu hazırlamıştı.

Rus birlikleri, büyük Osmanlı Ordusu’nun manevraları ile kuşatıldı. Deli Petro da bu kuşatmanın arasında esir düşenlerden biriydi. Anlayacağın, o ana kadar her şey tıkır tıkır Osmanlı tarafına işliyordu. Savaş teknik olarak kazanılmıştı. Ta ki işin içine Rus Çariçesi karışana kadar…

HER NE HİKMETSE ZAFER OLACAK SAVAŞ UZLAŞMAYLA BİTTİ
Rus tarafında kader toplantıları yapılıyordu. Petro, son bir umutla savaşmaya yanaştığı anda devreye karısı Katerina girdi ve Çar ile generallerini teslim olmaya ikna etti.

O devrin savaşlarında; teslim olan ordunun, karşı tarafa teslim teklifi ile beraber yüksek meblâğda bir fidye ödemesi gerekiyordu. Katerina mücevherlerini ortaya koydu, generaller de bütün paralarını verdiler.

Toplanan bu küçük hazine aman verilmesi için Baltacı Mehmed Paşa’ya gönderildi. İşte bu kısımda bir parantez açmam gerekiyor:

Acaba Osmanlı’ya gönderilen tek şey hazine miydi? I. Katerina bu planın bir parçası mıydı?… gibi sorular kaçınılmazdı.

ANLAŞMA YAPILDI, DEDİKODU KAZANI KAYNAMAYA BAŞLADI
Her neyse, gel zaman git zaman Çar’ın barış teklifi kabul edildi. Ruslar, şartlarını Osmanlı’nın hazırladığı bir ön anlaşma imzaladı.

Bu durum, tarih boyunca konuşulacak bir skandala imza atıyordu: Rus Ordusu’nun bazı önemli generalleri rehin alındıktan sonr,a kuşatma kaldırıldı. İşte asıl dedikodular da bu olaydan sonra başladı.

Rus Ordusunu hükümdarıyla beraber imha etmeyip, kurtulmalarına imkan tanıdığı için cümle alem, Baltacı Mehmed Paşa’ya çok kızgındı. Hala kızgın…

İşte ortalığı karıştıran Çariçe Katerina…

CÜMLE ALEM KATERİNA İÇİN ÜLKEYİ SATTIĞINI KONUŞUYORDU
Baltacı Mehmet Paşa, savaştan muzaffer bir kumandan havasıyla döndü. Döndü ama Paşa daha dönüş yolundayken, dedikodular dört bir yanı sarmıştı: Paşa’nın rüşvet aldığı ve hatta Çariçe Katerina’nın kendisine sunulduğu ve bu yüzden barışı kabul ettiği söylentileri almış başını gidiyordu.

Koskoca Osmanlı sadrazamı, teknik olarak kazandığı savaştan, beklenmedik anlaşmalarla dönmüştü. Bu durum pek de hayra alamet olmasa gerek. İnsan, böyle bir kaos tarihinde, şartların tümü lehineyken neden uzlaşma yoluna gittiğini sormadan edemiyor…

PAŞANIN ÇADIRINA GİRDİ: KUŞATMA KALKTI…
Rus Ordusu imha edileceği sırada Katerina’nın, 21 Temmuz akşamı troyka denen üç atın çektiği araba ile gelip, Paşa’nın çadırına girdiği söyleniyordu.

Gün gün betimleme verilmesi, olayın gerçekliğine işaret ediyordu. Katerina, anlaşmada olduğu gibi yanında getirdiği çuvallar dolusu mücevher ile parayı Paşa’ya vermiş, içeride her nedense saatler boyu kalmış, şafak sökerken gene troykasına binip kocasının yanına dönmüş.

Artık içeride neler oldu, neler konuşulduysa Baltacı da birkaç dakika sonra, “Kuşatmayı kaldırın.” diye çıkmıştı çadırından! Sonuçta Katerina’nın anlaşma neticesinde mücevherleri teslim etmeye geldiğinden hemfikiriz. Neler yaşandığı konusu ise muamma.

KATERİNA MI, RÜŞVET Mİ?: HALA TARTIŞILIYOR…
Zaferin en büyük galibi ise tartışmasız Büyük Petro olmuştu. Kendi canından ziyade, Rusya tarihinin istikbalini kurtarmıştı. 1725 yılından ölümüne kadar reformlarına devam edecekti.

1712 Temmuz’unun sonunda hemen hemen herkes, Mehmet Paşa’nın, Prut’ta kazanacağı eşsiz zaferi “Moskof kraliçesi’nin uğruna sattığını konuşuyordu. Dedikoduların ardı arkası kesilmedi. Doğru ya da yanlış dedikodular bir kenara, zaferle dönülecek bir savaş neden uzlaşmayla bitti? Katerina bir yana, rüşvet dedikoduları da aldı başını gitti.

Kader kaçınılmaz oldu tabii; Baltacı Mehmet Paşa, Padişah III. Ahmed tarafından 20 Kasım 1711’de görevden alınarak, Midilli’ye sürüldü.

PUTİN: ŞEHVET DEĞİL RÜŞVET
Diğer yandan günümüzde hala, Rusya’yı tarih sahnesine çıkaran Katerina efsanesinin, palavra olduğunu savunanlar var. Daha doğrusu, böyle bir ilişkinin aslında hiçbir zaman varolmadığı konusundaki ilk çalışmayı Dr. Erhan Afyoncu yapmıştı.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin de Ankara ziyareti sırasında, Türk-Rus ilişkilerinin geçmişini masaya yatırdı. Büyük dedikodu da masadaydı tabii. Lidere göre yaşananlar şehvet değil, rüşvetten kaynaklanıyordu.

Atatürk’ün yasaklanan tarih kitapları

Bu kitaplarda Anadolu’da Türklerin tarihinin Malazgirt savaşından çok eski olduğu anlatılmış, Sümer ve Asur medeniyetlerine ait bulunan tabletlerde Anadolu da Ermeniler’den çok önce Türklerin olduğu Turukki ve Turki uygarlıklarının varlığını, Sümerlerin dilinin eklemeli Türkçe olduğunu öğreniyoruz.

Bu kitapların yürürlükten kaldırılmasına yol açan anlaşma (yani Atatürk’ün Türk Milliyetçiliği fikir sistemini yok etmeyi planlayan bir anlaşma) olan ve ABD ile 27 Aralık 1949 tarihinde imzalanan ‘FULBRİGHT‘ anlaşmasıdır.

Anlaşma sonrasında kurulan ve Fulbright komisyonu 8 üyeden oluşmaktadır ve komisyon üyelerinin yarısı, yani 4 kişi amerikalıdır. Yapılan herhangi bir oylamada anlaşma sağlanamaz ise ABD büyükelçiliği oy kullanacaktır!
O tarihte maruz kaldığımız tehlikenin boyutuna bakarmısınız!

Dönemin Kültür ve Eğitim Bakanı Banguoğlu, Başbakanı, Günaltay, Cumhurbaşkanı ise İnönü’ydü. Bu 3 devlet adamına hain denilemez ama sanırım “Vizyonsuz” denilebilir. Zira Truman Doktrini gereği Milli Tarih öğrenmemizi engellediler, Atatürk’ün 10 yıllık emeği de heba edildi…

Tarihin ilk futbolcuları Çinlilerdi: Cuju Oyunu

Milyonları ekran başına kilitleyen futbolun çağdaş tarihi yüzyılları aşkın süredir hayatımızda. Şimdiki çağdaş formunda futbol, 19. yüzyılın ortalarında İngiltere sokaklarında ortaya çıktı. Ancak oyunun alternatif versiyonlarını, içi tüy dolu deri bir top peşinde koşan oyuncularıyla Eski Çin’de görüyoruz. Cuju adındaki top oyunu, modern futbolla önemli benzerlikler paylaşıyor.

TEKMELEYEREK TOP OYNAMANIN ATASI
Günümüz futbol oyununa benzerliğiyle dikkat çeken oyunun hakeminden, teknik kurallarına kadar birçok yönü futbolun atalarını gözler önüne seriyor. Tarihi kaynaklarda bulunan Cuju hakkındaki 25 makale, aynı zamanda dünyanın ilk profesyonel spor kitabı.

Bakalım Çinliler de, günümüz futbol taraftarı kadar fanatik miydi?

NASIL OYNANIR
Her 12-16 oyuncudan oluşan iki takım, cuju topunu tekmeleyerek hedefe sokup puan kazanmaya çalışıyordu. Ancak, futbolun aksine, tarlanın ortasında konumlanmış tek bir hedef vardı. Cuju, ortasına delik açılmış, yanlara doğru uzayan gergin bir ağ ile çevrelenmiş alanlarda oynanıyordu. Her takım, topu bu delikten geçirme amacıyla rakip takımla mücade ediyordu.

300 YIL ÖNCEKİ FUTBOL OYUNUNUN TEKNİK KURALLARI
Cuju, tüylerle doldurulmuş bir topla oynanıyordu. Kullanılan toplar deriden yapılmış ve kürk ya da saçla doldurulmuştu. Bir maçı kazanmak için kaç gol atılması gerektiği veya bir zaman sınırının kullanılıp kullanılmadığı belirsiz.

Oyuncuların, ellerin dışında vücudun herhangi bir parçasıyla topa temas etmelerine izin verildi. Hatta oyunu kontrol eden bir hakemleri bile vardı. Kendi aralarında belirledikleri kurallar çerçevesinde maçı yönetiyorlardı.

KÖYLÜDEN, KRALA HERKES CUJU OYNUYORDU
Tıpkı çağdaş futbol gibi, Cuju da Ortaçağ Çin’in en popüler sporuydu. Halk arasındaki tüm sınıflar arasında yaygındı: Entelektüeller, köylüler, kraliyet ailesi ve askerler de Cuju oynuyolardı. Song Hanedanlığı’nın döneminde (960–1279), Cuju altın dönemini yaşadı.

Köylülerden krallığa, her sınıftan insan hem Cuju oynuyor, hem de sporu yakından takip ediyordu. Fakat kuşkusuz bu oyunun altın çağı, ayaklarını geliştirmek isteyen askerlere borçlu.

ZAMANE SAHASI…
Cuju sporu, sosyal ve ekonomik gelişmelerle birlikte, Kaifeng (o zamanlar Çin’in başkenti) adındaki şehir merkezinde düzenlenen festivale dönüştü. Sabit Cuju oyun parkı sahası yani bugünün futbol sahaları gibi alanlar açıldı.

KADINLAR DA TOP OYNUYORDU
Çin’e ait eski bir metin, 153 kişinin katıldığı bir ‘kadın Cuju maçının’ görkemli sahnesini betimliyor. Dört renk işlemeli ipek kıyafetler giyen Çinli kadınlar, onbinlerce seyirciyle Cuju oynamıştı. Buradan, futbol tarihinde, 300 yıl önce de kadınların futbol oynadığını anlıyoruz.

ÇAĞDAŞ FUTBOLA ÇOK BENZİYOR
Eski Yunan ve Antik Roma döneminde de, futbolla benzerlik gösteren top oyunlarından söz ediliyor. Futbolun atası sayılabilecek Cuju, zamanla Japonya’nın kültürüne yerleşti ve bir başka Cuju devri başladı.

Süregelen gelişmeler ve doğan yeni ihtiyaçlar bu sporu zamanla eritse de, futbol yüzyıllardır değişerek de olsa hala dünyanın en önemli sporu.

Köy Enstitülerini kuranlar mı halktan yanaydılar, yıkanlar mı?

Atatürk’ün ölümünden bir gün sonra, 11 Kasım 1938 tarihinde, İsmet İnönü, Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Cumhurbaşkanı olarak göreve başladı. Başvekillik koltuğuna ise Atatürk döneminde de bu görevi yürüten Celal Bayar getirildi.

Bayar’ın, Cumhurbaşkanı, İsmet İnönü’nün onayına sunduğu kabine listesinde en dikkat çekici isimlerin başında Hasan Ali Yücel geliyordu.

Yücel, Milli Eğitim Bakanlığı görevinde ilklere imza atacaktı. 8 yıla yakın kesintisiz Bakanlık görevi ile Cumhuriyet tarihinde en uzun süre Milli Eğitim Bakanı sıfatını taşıyan kişi olarak tarihe geçecekti.

Hasan Ali Yücel’in ismiyle özdeşleşmiş, en önemli projesi ‘Köy Enstitüleri’ idi.

Yücel’in bu projeyi hayata geçirmek için birlikte çalışacağı isim ise İsmail Hakkı Tonguç’tu. Tonguç’u İlköğretim Genel Müdürü olarak atayan Yücel, 17 Nisan 1940 senesinde, tarihe ‘3803 Sayılı Köy Enstitüleri Kanunu’ maddesi olarak bilinen yasayı meclisten geçirmeyi başardı.

Mecliste kabul edilen madde şöyleydi;
“Köy öğretmenini ve köye yarayan diğer meslek erbabını yetiştirmek üzere, ziraat işlerine elverişli arazisi bulunan yerlerde Maarif Vekilliğince Köy Enstitüleri açılır.”

Köy Enstitüleri, yaklaşık 12 sene sonra, 27 Ocak 1952 tarihinde, Demokrat Parti Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri’nin teklifiyle dönemin Başbakanı Adnan Menderes tarafından tamamen kapatıldı.

CHP Hükümetleri ve Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün dahi tam anlamıyla sahip çıkmadığı Köy Enstitüleri, Cumhuriyet tarihimizin en tartışmalı eğitim hamlelerinden biri olarak tarihe geçti.

KÖY ENSTİTÜLERİ VE KOMİNİZM TARTIŞMALARI
Köy Enstitüleri, nüfusunun büyük çoğunluğu köylerde yaşayan Türk halkının eğitim ihtiyaçlarını çözmenin yanında; ziraat eğitimi, sanat edinimi ve sosyalleşme gibi hedeflerle kuruldu.

Köy Enstitüleri kuruluşundan kapatılışına, hatta sonraki dönemlerde de, ‘komünizmin Türkiye karakolları’ gibi ithamlarla tartışmaların merkezinde yer almıştır.

Bakan Yücel’e göre Enstitülerin asıl gayesi Atatürkçülüğü ve rejime bağlılığı gençlere gerçek manada benimsetmekti ve bu konuda önemli bir başarı elde edilmişti;

“Öğrenciler ilkokullarda olsun, ortaokullarda olsun liselerde ve yüksekokullarda olsun hakikatten samimi olarak rejime bağlanmış çocuklarımızdır. Nereden biliyorsun? Her vesile ile bunları görüyoruz. Memleket çocuklarının rejime, Atatürk’e ve Milli Şefimize bağlılıklarının bin bir deliline sahip bulunuyoruz…”
(TBMM Zabıt Ceridesi, 1944:290)

Oysa muhafazakâr aydınlara göre bu Enstitüler, birer komünizm yuvasıydı. Özellikle Demokrat Parti döneminde bu enstitülere yönelik eleştiri artmıştı.

Peyami Safa, enstitüler için oldukça sert ifadeler kullanacaktı;
“Çocuklara Nazım şiirlerini ezberleten. Marksizm hakkında konferanslar verdiren, dergilerinde de Marksizm hakkında makaleler neşreden Köy Enstitülerinin komünist yuvaları olduğunu bilmeyen bir şuurlu Türk aydını yoktur… Komünist değilseniz mürteci misiniz?”
(Peyami Safa – Sosyalizm, Marksizm, Komünizm Objektif:3)

Osman Yüksel Serdengeçti’nin de hedefinde mütemadiyen Köy Enstitüleri vardı. Onun isnatlarının merkezinde de komünistlik davası vardı;

“Sözde Köy Enstitülerinin hazin manzarası hepimizin malumudur. Bu topraklar üzerinde bu toprağın insanına yabancı, bilgisiz fakat her şeyi ben bilirim iddiasında bulunan, ukala, menfi ruhlu yıkıcı bir nesil yetiştirmek milletimizin geleneklerini, manevi kıymetlerini çiğneterek mevcut mülk nizamını altüst etmek gayesini güttüler. Ali ve Tonguç Babaların dedikleri olsaydı, Türkiye belki de bugün, Sovyetler Birliğinin Cumhuriyeti olacaktı. Bugün köyümüz ve köylümüz her bakımdan geridir.”

Yalnızca muhafazakâr aydınlar değil, dindarlığı ile bilinen Mareşal Fevzi Çakmak Paşa da tartışmalara dâhil olacak ve görevdeyken Hasan Ali Yücel’i uyardığını söyleyecekti;

“Ben daha işin başındayken eski bir Milli Eğitim Bakanı’nın bu faaliyeti destekleyen hareketinden dolayı hükümeti resmen ikaz ettim. Kimse kulak asmadı, daha sonra da Hamidiye Köy Enstitüsü’ndeki komünist yuvasından bahsettiler…”

Hasan Ali Yücel’e yöneltilen eleştiriler, yalnızca muhalif isimlerden gelmiyordu, parti içerisinde de bazı isimler, Yücel’in CHP’yi Köy Enstitüleri eliyle solcuların yuvası haline getirdiği eleştirilerine sert cevaplar verecekti;

“Sorayım: Maarif Şûrası üyeleri mi, Milli Şef mi, B.M. Meclisi üyeleri mi solcu idiler? Denilecek ki: Hayır, onlar solcu değil: Sen ve Bakanlıkta ki arkadaşlarınız solcuydunuz! Rus Edebiyatını okutmak mı solculuktur? Bu köylü çocuklarına klasikleri okutarak mı komünist yaptık?”

Hasan Ali Yücel’i en fazla kızdıran ithamlardan birisi de Köy Enstitüleri’nde okuyan öğrencilerin genel ahlak kurallarına mugayir birtakım fiillerin içerisinde bulunduğu isnadıydı.

Yücel, bu iddialara oldukça sert cevap verecekti;
“Köy Enstitülerinde hiçbir zaman kız-erkek birlikte yatmamıştır… Hiçbir zaman buraları, komünist yuvası olmamıştır… Hakkımızda söylenilen fena sözleri de bilmeliyiz. Ama hemencecik kanıvermemeliyiz. Çünkü dışarıdan gelen bu sözler ve propagandalar, bazen içte ki politika artıklarının da işine gelir. O lafları onlar da el altından körükler ve iç hasımlarının bu vesile ile düşmelerine, lekelenmelerine hatta bilerek hizmet ederler. Netice, milletin aleyhine ve zararına olur.”

CHP henüz iktidardayken Köy Enstitüleri konusunda tedbir almaya karar verdi. Atatürk sonrası yeniden Meclis Başkanı olarak seçilen Kazım Karabekir teftiş etmek üzere geldiği Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde açıkça bu yapıların tehlikeli olduğunu ve TBMM’nin iradesinin kapatmak olacağı yönünde beyan vermişti;

“Biliyorsunuz Köy Enstitüleri tehlikeli müesseseler olduğu söyleniyor memleket sathında. Duyduklarımızdan ürperiyoruz. Belki bir miktar hain sızmış olabilir buralara. Yaratacakları büyük tehlike düşünülerek toptan kapatılmak üzeredir. Çeşitli iddialar vardır. Biz Ali Meclisin temsilcileri olarak son tahkikatı yapmağa geldik.”

Köy Enstitüleri gözden düştükten sonra çeşitli sebeplerle burada okuyan gençler hedef haline gelmişti, bir kısmı solculuk ithamıyla da kovuşturmaya uğrayacaktı.

Bir dönem bu enstitülerde öğretmenlik yapmış olan Sabahattin Eyüpoğlu, merkezinde enstitü öğrencilerinin olduğu solcu cadı avına şu sözlerle isyan edecekti;

“Son yirmi yıl içinde devletimizin solcu avına harcadığı para, zaman ve insan bir açıklansın isterdim. Uçaktan bakınca orak biçimini andırıyor diye koca binalar bile yıkıldı. Ne avlandı buna karşılık? Hangi korkunç çete, hangi azılı solcular tutuldu? Bir tek suçlu bulundu mu? Solculuktan hapislere girmiş, beraat edip çıkmış nice gençler tanıdım, hepsi suçsuzdular.”

Eyüpoğlu’na göre CHP yöneticileri kendilerini kurtarmak adına gençleri kaderine terk ederek asıl kötülüğü kendilerine yapıyordu;

“Kendi adına kurulan parti de devrimlerden ödün verme yolunu tutunca i”şler büsbütün karıştı. Kendilerini kurtarmak için, Köy Enstitülerini feda edenler bindikleri dalı kesmiş oldular…

Kemal Tahir’in Köy Enstitüleri Eleştirisi
“Köy Enstitüleri ile ilgili tartışma birçok romanımıza da konu olmuştur. Bu eserlerin içerisinde Kemal Tahir’in “Bozkırdaki Çekirdek” isimli eseri önemli bir yer tutmaktadır.”

Güçlü tarih birikimi ile öne çıkan Tahir, Köy Enstitülerine önemli eleştiriler getirmektedir.

Tahir, eserinde evvela Köy Enstitülerinin eğitim kalitesinin abartıldığını buradan mezun olanların sanıldığının aksine üstün meziyetlerle donanmış şekilde çıkmadığını işlemektedir;

“1943’deyiz! Cumhuriyet kurulalı 20 yıl olmuş. İlk enstitü 1940’ta açıldı. Bu hesapça, köy öğretmeni yetiştirmekte tam on yedi yıl gecikmişiz. Sen şimdi bunu bana ‘hız’ diye yutturacaksın. ‘Çok daha önemli işler vardı. Okuma yazmaya sıra gelmedi’ desen. 1928’de aldık alfabeyi… Hem de ‘eskisi zordu, bu kolay’ diye. …1928’den bu yana 20 yıl geçti, okuma yazma bilmeyenler, yüzde yetmiş… Yeni harfler kolaydı da, niçin okutulamadı millet? Çünkü köylünün okuma yazmayla görülecek hiçbir işi yok… O kadar yok ki, öğrenenler bile kısa zamanda unutuyor. Sen şimdi köylü çocuğunu alacaksın, yarım yırtık okutup köye salacaksın!'”
(Kemal Tahir – Bozkırdaki Çekirdek)

Kemal Tahir’in eleştirilerinin merkezinde Köy Enstitülerinin teorik yaklaşımının pratikle ve hayatın gerçekleri ile uyuşmaması gelmekteydi.

Buna göre Enstitüler, köylülere bir ütopya dayatıyordu; ama hayatın gerçekleri başka şekillerde cereyan ediyordu;

“Çantada böyle çekişmeler üstüne tam on bir iş var. Karşılıklı karalamalar, uydurma suçlar, vuruşmalar, hatta pusudan vurmalar. Dün gece bir köyde yattım. Eğitmenden yaka silkiyor köylü. Çocukları bahçesinde çalıştırıyormuş köle gibi… Çobana yardımcı gidenleri, ‘okula gelmedin’ diye dövüyormuş, yüzünü gözünü çürütecek kadar… Çocukları çoktan yüzüstü bırakmış… Başlarına müzakereci dikmiş içlerinden birini… Bu kez, başka kötülükler çıkmış, ‘müzakereci bizi eğitmene şikâyet edip dövdürmesin» diye oğlana rüşvet vermeğe başlamışlar. ‘Yok canım, iftiradır bu kadarı!’ İftira edilmiyor demiyorum. Ama burada iftira yok… Eğitmenin yardımcı diktiği oğlan, biraz sıkıştırınca hepsini söyledi. Birinden yirmi beş kuruş almış, başka birinden beş yumurta, bir üçüncüsünden de bir tavuk… Daha kötüsü, tavuk komşudan aşırılmış. Az kalsın bu yüzden cinayet çıkacakmış…”
(Kemal Tahir – Bozkırdaki Çekirdek)

Tahir, eserinin önemli bir kısmında Enstitülerin, köy çocuklarını coğrafyalarına mahkûm etmesini eleştirmektedir. Bu yalnızca öğrenciler için değil, eğitmenler için de bir kriz olarak karşımıza çıkmaktadır;

“İnsanları neden pohpohlarız Halim? Ya eğlenmek, ya da aldatmak için… Ben ikisini de sevemedim bir türlü… Tepeden tırnağa yanlış bu iş… Çocukları, yalnız doğayla boğuşacaklarmış, çevredeki insanlardan hep yardım, hep iyilik göreceklermiş gibi yetiştirmek yanlış…”

“Göze alınmıyor çünkü karşı çıkacak insanlarla boğuşma eğitimi vermek… Bunu göze almadan soyut bir köylü şehirli çelişmesi olabilirmiş gibi yetiştirmek çocukları, ikinci yanlış… Bunlar, köy öğretmenini çevresiyle boğuşturma hazırlığı… Hem de onları yapmak zorunda kalacakları korkunç savaşa silâhsız sürerek… Başından yenik düşmeleri isteniyormuş gibi…”
(Kemal Tahir – Bozkırdaki Çekirdek)

Hasan Ali Yücel’in başlattığı eğitim seferberliğinin önemli projesi olarak tarihteki yerini alan Köy Enstitüleri her daim siyasi eleştirilerin merkezinde yer aldı.

CHP daha iktidarda iken Köy Enstitülerini işlevsiz hale getirdi; çünkü bu kurumlar toplumun hatırı sayılır kısmı için bir nefret nesnesine dönüşmüştü.

Sol menşeili aydınlar bu eğitim kurumlarını Cumhuriyet tarihinin en donanımlı gençlerini yetiştiren eğitim ocakları olarak gösterirken; sağ menşeili aydınlar ise komünizmin yuvası olarak gördü.

Demokrat Parti Döneminde ise fiilen bir etkinliği kalmayan Köy Enstitüleri, CHP Gençlik Kolları gibi hareket ettiği düşüncesi ve radikal sol örgütlerin merkezi haline gelmesi gerekçesiyle 27 Ocak 1952 tarihinde resmen kapatıldı.

Köy Enstitüleri, Türk eğitimine ve düşünce dünyasına bıraktığı iz sebebiyle hafızalardaki yerini korudu. Bir Köy Enstitüsü öğretmeni olan Sabahattin Eyüpoğlu hem enstitüleri kuran iradenin hem de onları kapatan Demokrat Parti’nin Köy Enstitüsü karşıtlığından hareketle şu soruyu soracaktı;

Köy Enstitülerini kuranlar mı halktan yanaydılar, yıkanlar mı?

*Daha ayrıntılı bir okuma için; Kemal Tahir’in “Bozkırdaki Çekirdek” romanı; İsmail Hakkı Tonguç’un “Canlandırılacak Köy” eseri, Hasan Ali Yücel’in “Davam” eseri; Erkal Köroğlu’nun “Türk Romanında Köy Enstitüleri Olgusu Üzerine Bir İnceleme” çalışması ve Özlem Güldal’ın “Muhafazakâr ve Sol Aydınların Köy Enstitülerine Bakışı” çalışması incelenebilir.

Anadolu’da Ermeni zulmü: Köyler toplu mezarlarla dolu

Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında silahsız sivillere yönelik katliamları, toplu mezar kazılarıyla gözler önüne serildi. Kazılarda elde edilen bulgular, Ermeni çetelerin Müslüman ahaliyi insanlık dışı işkencelerle katlettiğini kanıtlıyor. 28 Şubat 1986’daki kazıda Iğdır’ın Oba Köyü’nde Ermeniler tarafından topluca katledilen Türkler’e ait kemikler görülüyor.

Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında silahsız sivillere yönelik katliamları, toplu mezar kazılarıyla gözler önüne serildi. Kazılarda elde edilen bulgular, Ermeni çetelerin Müslüman ahaliyi insanlık dışı işkencelerle katlettiğini kanıtlıyor. 7 Temmuz 1993’teki kazıda Erzurum’un Pasinler İlçesi’ndeki Tımarlı Köyü’nde Ermeni katliamına uğrayan Türkler’e ait kemikler görülüyor.

Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında silahsız sivillere yönelik katliamları, toplu mezar kazılarıyla gözler önüne serildi. Kazılarda elde edilen bulgular, Ermeni çetelerin Müslüman ahaliyi insanlık dışı işkencelerle katlettiğini kanıtlıyor. 4 Nisan 1990’da Van’da yapılan toplu mezar kazılarında 1915-1916 yılları arasında Ermeniler’in yaptığı katliamda 3 bin Türk’e ait kemikler görülüyor.

Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında silahsız sivillere yönelik katliamları, toplu mezar kazılarıyla gözler önüne serildi. Kazılarda elde edilen bulgular, Ermeni çetelerin Müslüman ahaliyi insanlık dışı işkencelerle katlettiğini kanıtlıyor. Fotoğrafta Erzurum’un Yeşilyayla Köyü’nde Mart 1918 tarihinde yaptığı katliama ait toplu mezar başında dua eden vatandaşlar görülüyor.

Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında silahsız sivillere yönelik katliamları, toplu mezar kazılarıyla gözler önüne serildi. Kazılarda elde edilen bulgular, Ermeni çetelerin Müslüman ahaliyi insanlık dışı işkencelerle katlettiğini kanıtlıyor. Fotoğrafta Erzurum’un Yeşilyayla Köyü’nde Mart 1918 tarihinde yaptığı katliama ait toplu mezar görülüyor.

Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında silahsız sivillere yönelik katliamları, toplu mezar kazılarıyla gözler önüne serildi. Kazılarda elde edilen bulgular, Ermeni çetelerin Müslüman ahaliyi insanlık dışı işkencelerle katlettiğini kanıtlıyor. Fotoğrafta Iğdır’ın Hakmehmet Köyü’nde Eylül 1919 tarihinde Ermenilerce öldürülüp su kuyusuna atılan cesetlerin 6 Ekim 1999’da çıkarılmasının ardından katliamdan sağ kurtulan 92 yaşındaki Hacı Oruç Türkeli görülmekte…

Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında silahsız sivillere yönelik katliamları, toplu mezar kazılarıyla gözler önüne serildi. Kazılarda elde edilen bulgular, Ermeni çetelerin Müslüman ahaliyi insanlık dışı işkencelerle katlettiğini kanıtlıyor. Fotoğrafta 27 Mayıs 2003’de Iğdır’ın Tuzluca ilçesi Gedikli köyünde yapılan toplu mezar kazılarında 1919 yılında Ermeniler tarafından öldürülen Türkler’e ait iskeletlerdeki kılıç kesikleri görülüyor.

Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında silahsız sivillere yönelik katliamları, toplu mezar kazılarıyla gözler önüne serildi. Kazılarda elde edilen bulgular, Ermeni çetelerin Müslüman ahaliyi insanlık dışı işkencelerle katlettiğini kanıtlıyor. Fotoğrafta 28 Mayıs 2003’de Iğdır’ın Tuzluca ilçesi Gedikli köyünde 1919 yılında Ermeniler tarafından öldürülen Türkler’e ait iskeletler görülüyor.

Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında silahsız sivillere yönelik katliamları, toplu mezar kazılarıyla gözler önüne serildi. Kazılarda elde edilen bulgular, Ermeni çetelerin Müslüman ahaliyi insanlık dışı işkencelerle katlettiğini kanıtlıyor. 30 Haziran 2003’te Kars’ın Derecik Köyü’nde 1918 yılında Ermeniler tarafından samanlıkta yakılarak öldürülen 360 Türk’e ait toplu mezar kazısı başlatılmıştı. Fotoğrafta kazı çalışmaları sırasında bulunan bir kafatasında balta izi görülüyor.

Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında silahsız sivillere yönelik katliamları, toplu mezar kazılarıyla gözler önüne serildi. Kazılarda elde edilen bulgular, Ermeni çetelerin Müslüman ahaliyi insanlık dışı işkencelerle katlettiğini kanıtlıyor. Fotoğrafta 24 Ağustos 2010’da Kars’ın Arpçay ilçesi Küçük Çatma köyünde başlatılan kazılarda 1918’de Ermeniler tarafından öldürülen Müslüman Türkler’e ait toplu mezar görülüyor.

Lokman Hekim kimdir?

Lokman Hekim’in bütün bitkilerin özünü bildiği, dertlere şifa olacak reçeteler yazdığı ve çeşitli formüller geliştirdiği belirtiliyor. Bu alanda kaleme alınan kitaplarda, kitap adından başlayarak çeşitli hastalıklar için sunduğu reçetelere kadar pek çok konuda ismi kullanılıyor.

LOKMAN HEKİM KİMDİR?

Lokman Hekim, Kur’an-ı Kerim’de kendisi ile ilgili bilgiler, aynı adı taşıyan surede iki defa isminin geçmesi ve oğluna verdiği bazı öğütlerle biliniyor.

Bazı İslami kaynaklarda da Lokman’a dair çeşitli rivayetler yer alıyor. Bu rivayetlerdeki bilgilerin aynı adı taşıyan veya benzer niteliklere sahip farklı kişilere ait olduğu ve bunların birbirine karıştırıldığı ifade ediliyor. Gerçekte biri Kur’an’da belirtilen ve kendisine hikmet verilmesi nedeniyle Lokmanü’l-hakim (Lokman Hekim) diye bilinen, diğeri ise Arap şiirinde Lokman bin Ad olarak geçen iki kişinin yanı sıra zaman içinde farklı kişilere ait çeşitli özellikler de bu isimle anılıyor.

İslamiyet’ten önce Araplar arasında uzun ömrü, bilgeliği ve atasözleriyle öne çıkan Lokman, cahiliye dönemi şiirlerinde Hz. Hud’un kavmine adını veren Ad’a nispetle Lokman b. Ad olarak geçti ancak İslami kaynaklarda bu kişinin Kur’an’da zikredilen Lokman olmadığı vurgulanıyor. Hz. Lokman’ın Kur’an’da örnek bir şahsiyet olarak sunulması, onun Arap toplumunca bilindiğini gösteriyor.

Rivayete göre Ad kavmi günahkarlıkları ve peygamberlerini dinlememeleri yüzünden kuraklıkla cezalandırılınca bu felaketten sadece Hud ve ona inananlarla yağmur duası için Mekke’ye giden, aralarında Lokman’ın da bulunduğu bir heyet kurtuldu.

İkinci Ad kavminin çekirdeğini oluşturan bu topluluk, yeni bir kuraklıktan korktuğu için başlarına geçen Lokman ile Sebe bölgesine göç etti ve Me’rib su seddi diye bilinen baraj Lokman tarafından inşa edildi.

LOKMAN HEKİM NE KADAR YAŞADI?

Lokman’ın ne kadar yaşadığı konusundaki rivayetlere göre, Lokman Allah’tan uzun ömür diledi ve tercih kendisine bırakıldığında da Arap kültüründe uzun ömrün simgesi olan kartaldan hareketle yedi kartal ömrü kadar yaşamayı istedi.

Lokman’ın 560, bin, 3 bin, 3 bin 500 veya 4 bin yıl yaşadığı yönünde bilgiler yer alıyor. Bu nedenle kendisine “Lokmanü’n-nüsur (kartallar kadar uzun yaşayan Lokman)” denildiği gibi “el-Muammer (uzun ömürlü)” lakabıyla da anılıyor.

Hadis alimi Ebu Hatim es-Sicistani, uzun ömürlüler arasında Lokman’ın Hızır’dan sonra ikinci sırada yer aldığı bilgisini paylaşıyor.

Lokman’ın vefat ettiğinde ise Ahkaf’ta Hud peygamberin kabrinin yakınına, Taberiye gölünün doğu tarafına veya Remle’ye ya da Yemen’e defnedildiği yönünde bilgiler bulunuyor.

KUR’AN-I KERİM’DE ADI GEÇİYOR MU?

Kur’an-ı Kerim’in Mekke’de indirilen 31. suresi Lokman adını taşıyor. Fakat bu surede Lokman’ın kimliğine dair bilgi bulunmadığı gibi Ad kavminden ve onlara gönderilen Hud peygamberden bahseden diğer surelerde de onun adından söz edilmiyor.

Lokman’a verilen hikmetin ilim, üstün kavrama yeteneği, isabetli söz ve davranış, ilim-amel uygunluğu, din konusunda derin bilgi olduğu belirtiliyor. Hikmetlerinden bir kısmı hadislerde de naklediliyor.

Çok yönlü bir kişiliğe sahip olduğu için Lokman, Bel’am, Ahikar ve Ezop gibi tarihi şahsiyetlerle karşılaştırılıyor.

Ortaçağ boyunca çeşitli kıssaların kahramanı olarak dillerde dolaşan Lokman, bir bakıma Araplar’ın Ezop’u haline geliyor. Avrupa’da Ezop ile ilgili söylenenlerin büyük bir kısmı Lokman’a uyarlanıyor. İslami kaynaklarda onun kalın dudaklı, geniş ayaklı, Habeşistanlı veya Nübyeli bir köle olarak takdim edilmesi de Ezop’u hatırlatıyor.

İngiliz ajanı nasıl dervişlik yapıp namaz kıldırdı

Tam 4 yıl Osmanlı toprakları’nda kaldı. Osmanlıcayı mükemmel denebilecek kadar iyi konuşuyordu. Hiç kimse ondan kuşkulanmadı. Herkes tarafından büyük saygı ve ilgi gördü. Ta ki, yıllar sonra Londra’ya döndükten sonra anılarını yazınca deşifre oldu. İngiliz casusu idi!…

Anılarında şunları yazıyordu.
“Derviş kimliğiyle aralarına girdim…”
– Eğer hakiki hüviyetim meydana çıkmış olsaydı, değil burada, Osmanlı Sefarethanesi’nin has itibarlı misafiri olabilmem, hayatım dahi tehlikede kalırdı.
– Ben Reşid Efendi, sefirin has misafiri ve dostu olarak, bu Türk hacıları nezdinde gün geçtikçe itibar sahibi oluyordum.

– Öyle saf ve mert insanlardı ki, kendi hayatlarında yalan söylemedikleri için, hiç kimsenin, ne sebeple olursa olsun yalan söyleyebileceğine, hele, hakiki hüviyetini saklayacağına asla ihtimal vermiyorlardı.
– Türkler en mert, saf ve güvenilir insanlardır. Muhataplarını da kendileri gibi bilirler ve her söylenene itimat ederler.

Bilhassa dini ve manevi bahislerde kimsenin yalan söyleyeceğine asla ihtimal vermezler.
– Benim tam bir derviş hüviyet ve şekli içinde ve alıştıkları üslup ve hususiyetlerle aralarına girdiğim Türkmenler, kısa zamanda öylesine bağlandılar ve inandılar ki, kazancımı tarif edemem.
– Birçok hastalar benden iyi nefes istiyor, bazısı hekim olduğumu zannederek tedavilerinin yollarını araştırıyorlar, bazısı ilaç yapmamı rica ediyorlardı.

– Ve, ancak sorulan suallere cevap verdim.
– Binlerce kadın, çoluk çocuk, kız, ihtiyar, genç etrafımızı aldılar. Birbirinin üstüne yığılmış bizi görmek, sevap olur diye ellerini üstümüze sürmek, ellerindeki testilerinden bizlere birer yudum içirdikten sonra bu suyu her derde şifa olarak saklamak, hayır duamızı almak için rahat nefes aldırmaz olmuşlardı.

– Türkmenlerin hepsi İslam’dır. Yalnız dinini de hakki manasıyla bilmezler. Birkaç kelime din konuşan başlarına imam olur. Ben de onu yaptım.
Kaynak:
İngiliz casusu “Vambery’nin Günlükleri”

Bunlar ilginizi çekebilir;
*OSMANLI’DA İLK SİYONİST KİMDİ ?
*İÇİMİZDEKİ KRİPTOLAR
*TOPAL MOLLA – TARİHTEN ALINACAK BİR DERS

Deli İbrahim ve Çuvala konup denize atılan 280 cariye

İstanbul’a henüz varmadan gönderdiği emirlerden ilki çok büyük bir kutlama yapılmasıyla, sonuncusu ise tahtın tek varisi olan kardeşi İbrahim’in boğdurtulmasıyla ilgiliydi. Ölümü yaklaştığında 11 yaşında devraldığı tahtı 28 yaşında ölürken yetersiz bir varise bırakmaktansa hanedanı kendi elleriyle sona erdirip tarihe sonuncu ve en büyük Osmanlı Sultanı olarak geçmek istemiş olmalıdır.

Emir payitahta ulaştığında annesi Kösem Sultan böylece kendi iktidarının da tamamen yok olacağını anladığından Murat’a “İbrahim’in infaz emrinin yerine getirildiğini” ifade eden sahte bir mesaj çeker. Mesaj Murat’ın eline ulaştığında Sultan okur ve yüzünde korkunç ve dehşetli bir sırıtışla son nefesini verir.

O sırada 24 yaşında olan İbrahim iki yaşından beri Kafes’te yaşamaktadır. Kafes büyük sarayın merkezinde yüksek duvarların arkasında kalan iki katlı gri bir bina olup, valide sultanların odasının karşısına denk gelmekteydi. Güzel bir bahçesi ve duvarları vardı. Ancak, zemin katta hiç pencere yoktu. İkinci katta ise sadece denize bakan pencereler vardı.


Buraya düşen kadersiz şehzadeler ya bir süre sonra bir cellat gönderilip boğdurulur, ya da bazen çok uzun yıllar burada hapis kaldıktan sonra birden tahta çıkartılırdı. Dışarı çıkma imkanı hiç olmadığı gibi içeriye de sadece sağır ve dilsiz hizmetkarlar girebilirdi.

Buraya düşen şehzadenin mütevazi bir de kendi haremi olur, ancak hareme giren kızların kaderi de aynen efendileri gibi olacağından, onlar da bir daha asla dışarı çıkamazlardı. Rahimleri alınarak veya kimyevi yoldan kısırlaştırılmaları için azami gayret sarfedilir, herşeye rağmen hamile kalan olursa da hemen boğdurulurdu. Kafes müessesesi, kardeş katline cevaz veren babası Fatih Sultan Mehmet’e bu konuda karşı gelen I. Ahmet tarafından icat edilmişti. Ondan sonraki iki yüz yıl boyunca burada ağırlanan, kimisi elli yıl kalan pek çok şehzade oldu.

Sultan Mustafa ve Deli İbrahim Kafese düşen ilk şehzadelerdi. Osman ve Murat’ın iktidarları boyunca burada her an bir celladın gelip boynuna ilmiği geçirmesini bekleyerek 22 yılını geçiren İbrahim kendisini oradan alıp tahta çıkarmaya geldiklerinde artık çoktan delirmiş bir durumdaydı. Cariyeleriyle birlikte kapının arkasına barikat kurdu. Her türlü teminata ve ikna çabasına hatta kapıyı zorla kırma girişimlerine direndi. Sonunda veziriazam ölmüş Sultan Murat’ın cesedini Kafesin avlusuna kadar getirdi ve İbrahim’den yukarı kattaki penceresinden bakmasını istedi. Cesedi gördükten sonradır ki İbrahim korkuyla karışık bir keyifle dışarı çıktı. Ağabeyinin cesedinin etrafında “Kasap sonunda öldü” nidalarıyla zıplayarak çılgınca dans etti.

İktidara geçtikten sonra da İbrahim Osmanlı sultanlarının en ahlaksızı ve iğrenci olmayı başarmıştır. Şehvet düşkünlüğü, iktidarsızlığı, ayyaşlığı ve yaptığı çılgınlıklar dillere destan olmuştur. Ondan önceki üç sultanın da anası olan validesi Kösem kendisine sürekli yeni bakireler sağlamaktadır. Bunu yapmasının sebebi padişahın üzerinde kontrol sahibi olmaktan ziyade hanedanın geleceği ile de ilgilidir. Çünkü İbrahim’in bir erkek evladı olamaz ise Osmanlı biter.

Tahta çıkmasının üzerinden iki yıl geçmesi ve Kösem’in de İbrahim’i Cinci Hüseyin’le tanıştırmasının hemen ardından ilk çocuğuna hamilelik müjdesi alınır. Cinci Hüseyin hamileliği sağlayan büyülü formülü sayesinde hediyelerle zengin edilir ve yüksek bir dini makama atanır.

Sultan Deli İbrahim (1615 – 1648)
Cariyelerden Şekerpare isimli olanı ayni zamanda padişaha yeni kızlar bulmakta da ustalık kazanmıştır. Mücevher kakmalı arabasıyla hamamları dolaşır. Bir gün gelir Sultan’a İstanbul’un en güzel kızını bulduğunu anlatır. Sultan da kızı getirmesini ister. Meğer kız soylu bir Müftü’nün kızıdır. Bu sefer adamlarını gönderir kızı istetir. Müftü durumu bildiği için sultana dini gerekçelerle karşı çıkar. Kızın kendisi de sultanı nazikçe fakat kesin bir dille reddetmiştir. Bunun üzerine sultan adamlarına kızı izletir ve müsait bir zamanda kaçırtıp saraya getirtir. Kız sarayda bir süre alıkonup tecavüz, ve “acayip” olarak nitelenen diğer bazı cinsel aktivitelere maruz bırakıldıktan sonra babasının evine geri gönderilir.

Hükümet uygulamaları da çok tuhaftır. Kösem Sultan sarayda yakacak odun sıkıntısı olduğundan şikayet etti diye veziriazam’ı boğdurtur. Mekke’ye hacca giden haremağalarından bazıları korsanlar tarafından kaçırılıp Girit’e götürülünce arasında barış anlaşması bulunan Venedik cumhuriyetine karşı savaş açar. Venedikliler tarihi Kandiya kuşatmasında Osmanlıya neredeyse 25 yıl direnirler. Bu savaşın Osmanlı için çok yıkıcı olduğu söylenir.

Sakalına inciler dizdirmiştir. Akamber kokusuna bayılır. Sakalını, kaftanlarını hatta perdelerini sürekli bu kokuya bulatır. Cariyelerden birinin anlattığı hep samur kürk giyen bir kralla ilgili hikayeden öyle etkilenmiştir ki bol bol üzerine giymesinin yanı sıra odasının duvarlarını ve perdelerini bile samur kürkle kaplatır. Kedilere samur kürk giydirir. O sıralar biraz zor bulunan bu kürkler için Divan’ı toplar, ülkenin dört bir yanına adamlar çıkartılıp samur kürkler bulup müsadere ederek toplayıp getirsinler diye karar çıkartır.

Sekiz yıllık iktidarının tam ortasında yaptığı bir şey vardır ki bütün bu yaptıklarının üstüne tüy dikmiştir. Hadise bir gün Şekerpare’nin cariyelerden birinin bir adamla aşna fişne halinde görüldüğü dedikodusunu aktarması üzerine başlar. Olayla ilgili hiçbir ayrıntı yok, delil yok. Muhtemelen hiç olmamış bir şey. Harem ağaları zaten hepsi hadım. Kuran’da haram olduğu için köleler hadım işlemi için Hıristiyan ülkelerde bu işi yapan manastırlara gönderiliyorlar. Ancak bu işlem farklı yöntemlerle yapıldığı için bazılarında fiziksel olmasa da psikolojik olarak cinsellik kalmış olabilir. Haremağalarından daha sonra evlenenler bile var.

Çıkartılan dedikodunun aslı olup olmadığı meçhul ancak Sultan olduğuna inanıyor, birçok kıza işkence yapılarak soruşturuluyor. İbrahim üç gün boyunca sarayda homurdanarak dolaşıyor. Bu esnada henüz kafese girme yaşından küçük olan oğlu Mehmet kendisine bu konuya ilişkin şaka yollu takılınca İbrahim mücevher kakmalı hançerini çıkartıp oğlunun yüzüne saplıyor. Yara ölümcül değil, ama ömür boyu izi kalıyor.

Bundan birkaç gün sonra (suçlu ortaya çıkmayınca tüm okula ceza veren okul müdürü gibi) tüm hareme ceza çıkıyor. Ancak cezanın büyüklüğü Kızlar ağasının bile tahminlerinin çok ötesinde. O sıralar boğarak öldürme cezası erkekler için yağlı kement, kadınlar için bir çuvala koyulup ayağına taş bağlanarak denize atma şeklinde uygulanıyor. Ama, o güne kadar (ve ondan sonraki bir tarihte) bilinen 280 cariyenin toplu olarak boğdurulması yok. İbrahim (şekerpare hariç ) saraydaki 280 cariyenin “hepsinin” ayağına taş bağlanarak suda boğulmasına karar veriyor.

Belki bu boyutta bir toplu cariye katliamının tarihte bilinen başka hiç olmaması diğerlerinin gizli kalmasının sağlanabilmiş olmasındandır. Belki olayın tamamen açığa çıkmasını ve tarihin de ona göre gelişmesini sağlayan bazı tesadüflerin olmaması halinde bu olay da tarihe inanılması imkansız bir söylenti olarak geçebilirdi. Haremin kadınları canlı olarak tek tek birer çuvala konup çuvalın ağzı bağlandıktan ve ayağına taş bağlandıktan sonra küçük gruplar halinde küçük bir tekneye konuluyor. Daha büyük bir tekne ile denizin ortasına götürüldükten sonra ip çekilerek taş bağlı çuvalların denize düşmesi sağlanıyor. Bu işlem tüm kadınlar denize atılıncaya kadar devam ediyor. Tam 280 çuval.

İşlerinden bir tanesi çuvalın ağzı sıkı bağlanmadığı için suyun içinde çuvaldan çıkıyor ve Fransa’ya gitmekte olan bir tekne tarafından sudan çıkartılıyor. Kadın katliamın tüm teferruatını gemidekilere anlatıyor. Kadına kimse inanmamasına rağmen dedikodu hem İstanbul da hem de Avrupa’da büyümüş.

İstanbul’da o sıralar üç yüz kadar dalgıç var. Birini boğazın söylenen bölgesinde suya indiriyorlar. O zamanlar deniz gözlüğü yok. Dalgıç beline ağırlık bağlı ve ağzına bir yağ doldurarak suya atlıyor. Denizin dibine vardığında ağzından o yağı bırakmasıyla denizin içini berrak şekilde görebilir hale geliyor. Dalgıcın dışarı çıkınca söylediğine göre aşağısı orman gibi çok sayıda içinde kadın cesedi olan dibe taşla bağlı dikine duran çuvallarla doludur. Çuvallar sudaki akıntıyla ileri geri sallanıp durmaktadır.

Bu delille birlikte zaten Sultan’a düşman olan Müftü harekete geçer. Şeyhülislamı ve yeniçerileri de harekete geçirmesi güç olmaz. Önce dikkatle Valide Sultan’a yanaşırlar. Artık Sultan’ın yedi yaşında bir oğlu Mehmet hazırda veliaht olarak bulunmaktadır. Derler ki; Padişah yağma ve zulümle Osmanlı dünyasını perişan etti. Hazine harcamalara ve savurganlığa yetmiyor. Halk perişan. Düşman orduları sınır kentlerini kuşatmakta, Çanakkale abluka altında.

Kösem önce itiraz edecek olur. Ama sonra padişahın azledilip, yedi yaşındaki şehzadenin başa geçirilmesine razı olur. Daha sonra şeyhülislam ile müftü birlikte Ayasofya önünde kalabalık bir kitleye bir konuşma yaparlar. Söyledikleri hiç itirazsız kabul edilir. Yeniçeri şimdi saadet kapısı önüne yürür ve İbrahim’i şahsen görmeyi isterler. Kısaca verilen kararı açıklarlar. İbrahim kararı sükunetle karşılar. Yapabileceği başka bir şey olmadığından tahta çıkmadan önce de yıllarca yaşamış olduğu Kafese geri gönderilir.

Müftü için bu yeterli değildir. Diyanet kurulu toplanır. Eski padişahın katlinin vacip olduğuna dair karar alırlar. Kapısına geldiklerinde yine gelip kendisini iktidara götüreceklerini sandığından hiçbir direniş göstermez. Sevinçle karşılar. Sekiz yıl önceki gibi kapının önüne barikat kurmaya falan kalkmaz. Ama bu defa bu defa gelenler yağlı kementle gelmişlerdir.

Ülkenin ekonomik ve siyasi durumu berbattır. Hazine bitmiştir. Girit’te Venediklilerle bir türlü bitmeyen savaş çok yüksek maliyet getirmektedir. Kadınlar saltanatının da sona ermesi gerekmektedir. Yani iş artık sadece Sultanın boğulmasıyla da bitmeyecektir. Kösem önceden uyarılır. Altın yoldan kaçarak Divan’ın arkasındaki araç kapısının yanındaki küçük bir odaya sığınır. Saray çapında bir arama yapılınca dört sultanın anası altmış iki yaşındaki pür iktidar dişsiz valide bir sandıktaki kirli çamaşırların altında saklanırken bulunur.

Oradan hiç seremonisiz sürüklenerek çıkartılır. Yüzük, küpe, gerdanlık vb takıları üzerinden alınır. Elbiseleri yırtılır. Tamamen çıplak kaldığında ayaklarından sürüklenerek dış kapılardan birine çıkartılır. (Böyle bir hadise sarayın tarihinde daha önce hiç olmamıştır.) Bir perde ipiyle boğulduğu son ana kadar da cellatlarıyla boğuşur. Burnundan ve kulaklarından akan kan katillerinin elbiselerini lekelemiştir.

Şekerpare daha şanslıdır. Kocası Deli İbrahim’in ölümünden sonra (çok az Sultana’ya nasip olan) bir evlilik yapmış, ikinci kocası da ölünce İstanbul’un en pahalı muhabbet tellalı olmuştur. “La Sultana Sporca”(Pis Sultan) adıyla ve genç köle kızları satın alıp eğitmek ve paşalara ve zenginlere pazarlamak şeklinde olan işiyle meşhur olmuş.

Ancak sonunda birçok düşmanından biri tarafından zehirlenerek öldürülür. Türk usulü denilen bu usulde kahveye kıyılmış saç ve öğütülmüş cam karıştırılmakta, bu karışım ince bağırsakları parçalayarak iç kanamayla uzun ve ızdıraplı bir ölüm vermektedir. Bu suikast Cenova bankasının raporunda sevinçli bir haber olarak şu şekilde yer almıştır. “Le stata assasine aquella Sultana che si chiami la Sporca, che le fu una vecchia meterola” (Pis Sultan suikastta öldürüldü)

Amerikan iç savaşı yaşanmasaydı Çukurova’nın pamuk tarlaları olmayacaktı

Ne zaman biteceği belli olmayan bir iç savaş ingilizlerin uzun vadedeki karını ve hegamonyasını darmadağın edecekti. üretim tesisleri duracak, yatırımlar boşa gidecekti zira pamuk olmadığında tekstilden bahsetmek abesle iştigaldir…

İç savaş uzadıkça pamuk tedariği azaldı ve haliyle İngilizler büyük bir şevkle dünyada pamuk tarımı yapılacak diğer arazileri araştırmaya başladılar. dönemin şartları içerisinde makineli tarımdan, sofistike ilaç ve gübreden söz etmek mümkün olmadığından pamuk üretimi ziyadesiyle hassas birtakım iklim ve su koşullarını gerektiriyordu.

Ve İngilizler Çukurova’yı keşfettiler

İngiliz temsilciler Sultan Abdülaziz’e (first of his name) konuyu açtıklarında Abdülaziz yekten kabul etti zira pamuk üretiminin ekonomik getirisi fevkaladeydi ingilizler derslerine iyi çalışmışlar, çukurova’yı derinlemesine tetkik etmişlerdi.

Arazi pamuk üretmeye uygundu, fakat üç büyük sorun vardı:
– Çukurova bataklıktı
– Çukurova’da tarım yapacak nüfus yoktu
– Osmanlı sınırlarında pamuk üretimini bilen kimse yoktu

İngilizler bataklık problemini ve pamuk üretimini bilen insan teminini çözebileceklerine söz verdiler, fakat tarım yapacak nüfus probleminin çözümünü abdülaziz’e bıraktılar. abdülaziz ve şürekası -muhtemelen ingilizlerin verdiği ipucuyla- fevkalade bir çözüm buldu:

Yörükler gerekirse kuvvet marifetiyle iskan edilerek ovaya indirilecekti

Hızlıca ferman çıkarıldı, derviş paşa komutasındaki dördüncü ordu uğurlandı paşanın görevi basitti. İki bin yıldan fazla süredir yazın dağlara çıkıp, kışın eteklere inen ve hayvancılık yapan konar göçer yörükleri ovaya indirecekti…

Derviş paşa nispetle makul bir adamdı evveliyatında yörükleri ikna etmeye çalıştı aşiret reisleriyle toplantılar tertip edildi, yazının başında bahsettiğim göstermelik problemler öne sürüldü fakat yörüklerin cevabı olumsuzdu. Devlete bir ziyanları dokunmamıştı, şimdi koca bir ordunun buraya tehditkarca gönderilmesi gururlarını incitmişti…

Savaş başladı..

Dadaloğlu “ferman padişahınsa dağlar bizimdir!” dedi. gururlu insanlardı yörükler. ruhları şad olsun.
Çatışmalar 9 ay sürdü iki taraftan binlerce insan kılıçtan geçirildi. kozan, kadirli, islahiye gibi kazalar ve çok sayıda kasaba “kuruldu”. bataklığın, sineğin içinde yaşamaya mahkum edilen yörükler etraflarına baktıklarında garip ağaçların tüm ovaya dikildiğini gördüler. daha önceden tanımadıkları, meyve vermeyen, ne işe yaradığını anlayamadıkları bu tropik ağaçlara garip şeklinden ve telaffuz etmekte zorlandıkları adından dolayı “gariptos” dediler.

İngilizler sözlerini tutuyordu; dünya üzerinde suyu en çok seven ağaçlardan olan okaliptüs ağacını onbinlerce sayıda olmak üzere tüm Çukurova’ya dikmişlerdi akabinde mısır’dan binlerce yıllık tarım tecrübesi olan çiftçileri adana’ya getirerek yörüklere tarımı öğrettiler, ki adana’da halen var olan yoğun arap nüfusunun kaynağı bu çiftçilerdir…

İlk getirildiklerine “siz neden buradasınız?” diye soran yörüklere hepsi aynı cevabı vermiştir: “fellah”. arapça’da “çiftçi” anlamına gelen bu sözcük yörükler tarafından benimsenmiştir bu gün dahi çukurova’daki arap soylarına fellah denir..

Kimdi bu Akıncılar ?

İlk zamanlar akıncıların çoğu Osman Gazi’nin yoldaşları olan kumandanların çocuklarıydı. Divan-ı Humayun, Akıncı Beyleri’nin yaptıkları atamalara karışmazlardı. 16. yüzyılın sonlarında sayıları 40 bin olan akıncı mevcudu, daha sonraları düzenli birliklere dönüşle birlikte sayıca azalmaya başlamışlardı.

Yapılan akınların başı olan Akıncı Beyi, emirleri doğrudan doğruya padişahtan alırdı. Akıncılar, defalarca devletin bekası için canını tehlikeye attığı için diğer birçok subaşından daha imtiyazlıydılar. Akıncılar, kendi iç düzenlerinde fedai, dalkılıç, serdengeçti, deli, azap, gönüllü, beşli gibi şahıs ve grup isimleri alırlardı. Saldırılan kalenin düşmesinin ardından kale içindeki çarpışmalarda “Serdengeçtiler” düşmanın en içinde çarpışırlardı.

Akıncılığa kabul edilmek çok zordu. Akıncı olabilmek için doğrudan doğruya gönül rızası gerekliydi. Zira kötü bir akıncı, birliğin yenilmesine hatta yok olmasına neden olabilirdi. Çok süratli hareket edebilen, çok iyi at binme becerisi ve günlerce at sırtında gidebilme yeteneği olan, çok iyi cenk edebilme ve kılıç kullanma kabiliyetine sahiptiler.

Akıncı olabilmenin bir şartı da Türk olmaktı.

Devşirmeler, yani yabancı kökenli azınlık mensupları devletin her kademesinde görev alabiliyorken akıncıların içine karışamazlardı. Ayrıca akıncı olmak isteyen bir Türk’ün imam, köy kethüdası veya dürüst birini kefil göstermesi gerekiyordu.

Akıncıların atları hızlı, dayanıklı ve süratli olanlardan bineklerden seçilirdi. Akıncılar sefere çıkarken yanlarında dört-beş at götürürler, yorulan atları konak yerlerinde bırakarak, hız kaybetmeden yollarına devam ederlerdi.

Özellikle şunu belirtmemiz gerekir ki; böylesine uzun mesafeler katedebilen bu atların yetiştirilmesinin de durması akıncılığın zayıflamasının başlıca nedenlerindendir.

Akıncılık genelde babadan oğla geçerdi.

100 kişiden daha az sayıda akıncıdan oluşan akıncı birliklerine “çete”, 100’den daha fazla akıncıdan oluşan birlikler “haramilik”, Akıncı Beyinin komutasında yapılan taarruzlar ise gerçek anlamda “akın” olarak adlandırılırdı.

Akıncılar düzensiz birlikler olmalarına rağmen her askeri birlik gibi komuta kademelerine ayrılmışlardı. Her on akıncıya onbaşı; yüz akıncıya subaşı; bin akıncıyı da binbaşı komuta ederdi.

Akıncılar, genelde orduların beş günlük mesafe ilerisinde yol alırlardı. Düşmana aman vermeyen bu akıncı birlikleri, ne zaman nerede ortaya çıkacakları belli olmadığı için birçok efsaneye de konu olmuşlardır.

Devlet tarafından akıncıların isimleri, eşkalleri ve toprağa (tımarlı) sahip olanlarının görülebileceği bir defter tutulurdu. Bu defterlerin birinci kopyası, merkezi yönetimde bulunurken diğer kopyası ise akıncıların bağlı oldukları eyalet ve uç beyliğinin kadılarında muhafaza edilirlerdi. Böylece akıncıların seçimi ve kimlik bilgilerinin kaydedilmesinde herhangi bir yolsuzluğa izin verilmezdi.

Akıncıların bazıları işleyebilecekleri topraklara sahipken birçoğu ise savaştan elde ettikleri ganimetleri 1/5’lik bölümünü devlete humus (pençlik) vergisi olarak ödedikten sonra geri kalan geçimini sağlarlardı. Bunun sebebi belirli bir maaşının olmamasıdır.

Akıncılar, kendi aralarında birtakım isimlerle anılırlardı.Bu gruplar içerisin en ilginci “Deli” adı verilen akıncılardır. Önceleri sadece Avrupa’da il sınır boylarında kullanılan deliler, “bayrak” adı altından 60’ar kişilik ocaklara ayrılırdı. Başlarındaki kumandanlara “delibaş” denirdi.

16. yüzyılda kurt, sırtlan, pars, gibi vahşi hayvanların derilerini giyen deliler, atları da akıncıların gibi çevik ve dayanıklıydı. Delilerin silahları ise, kılıç, kalak, mızrak, balta ve bozdoğandı.

16. yüzyıldan itibaren sayıları iyice azalan akıncılar, geri hizmetlerde kullanılmaya başlanmıştır. Akıncıların yerini bu dönemden sonra Kırım Hanları’nın emri altındaki Tatar askerleri almıştır. Akıncı adı 1826 yılında resmen ortadan kalkmıştır.

Kara Veba – Kara Ölüm

Bu yumurtalar patladığında içinden pis kokulu siyah bir madde fışkırıyordu ancak bu rahatlama kurban için çok geç oluyordu. Çünkü hasta beş gün içinde ölüyordu.

Bunun bilinen bir tedavisi yoktu ve alınan hiçbir önlem işe yaramıyordu. Seksen yıl içinde hastalık Çin nüfusunu üçte bir oranında azaltmıştı. İyi işleyen ticaret yolları aracılığıyla da salgın batıya doğru, Hindistan ve Ortadoğu’ya ilerliyor, her gün binlerce insanın ölümüne neden oluyordu.

Hastalığa neyin sebep olduğu bulunamıyordu. 1347’de bozkır savaşçıları(Moğollar) bir Ceneviz şehrini kuşatıp mancınıkla hastalıktan ölmüş cesetleri şehre fırlattılar. Böylece şehrin çoğunluğu hastalığa yakalandı. Bu cesetler toplanıp yakıldı ve ardından da gömüldü ancak hastalığın yayılması engellenemedi.

Şehir mahvolduğu için Cenevizliler Sicilya’ya geri döndü ve hastalığı orada da yaydılar. Hastalık, yeni ve kendisiyle ilgili hiç bilgisi olmayan bir nüfusa yayılacaktı. Sicilya üzerinden Avrupa ve Kuzey Amerika da hastalıkla tanıştı ve milyonlarca insan öldü.

Bu salgına hastanın derisinin son aşamalarda koyu mor bir renge dönmesinden dolayı “Kara Ölüm” adı verildi. Derinin bu renge dönüşmesi, soluma sorunları yüzünden kanda oksijenin azalmasından kaynaklanıyordu.

Hastalık bir kere bedene girdikten sonra o günün hiçbir tıp tekniği tedavi edemiyordu. Kara ölüm şehirlerin tümünü darmadağın ederken Avrupa uygarlığının da paniğe kapılmasına yol açtı

Doktorlar salgını durdurmanın yollarını aradılar. Hastalar evlerinde karantina altına alındılar ancak hastalık yine de bir orman yangını hızıyla yayıldı. Birçok insan kara ölümün, Tanrının onlara günahkar yaşamları yüzünden gönderdiği bir ceza olduğuna inandı. Tanrının öfkesini yatıştırmak için insanlar günah keçileri aramaya koyuldu.

Bazı dindarlar Tanrının öfkesini kendi üzerlerine çekip insanları kurtarmak için kendilerini kırbaçladı. Özellikle Brüksel ve Strasburg’da bazıları olanları Musevilerin varlığına bağladı.

Bu panik döneminde binlerce insan öldü. Salgının cadılar yüzünden ortaya çıktığı da söylendi. Zararsız erkek ve kadınlar evlerinden alınıp hastalığın yayılmasını önleme amacıyla yakıldı. Kedilerin ise parlayan gözleri ve geceleri dışarıda çok dolaşmaları yüzünden bu “cadıların” büyülü hayvanları olduğu düşünülüyordu. Binlerce kedi katledildi.

Aslında Avrupalılar kedileri öldürerek salgına karşı en birinci savunma hatlarını kaybetmiş oluyorlardı. Çünkü veba salgını, öteki adıyla Yersinia Pesüs yaygın bir fare biti tarafından taşınıyordu.

Ortaçağda her yer fare doluydu. Kanalizasyon ilkeldi. Caddeler insan dışkısı, çöp ve ölü hayvan artıklarıyla doluydu. Kara veba, hastalığı taşıyan bitlerin fareler yoluyla yayılması sonucu artmıştı.

Cenevizlileri Avrupa’ya geri getiren gemide insanlarla birlikte karaya çıkan fareler hastalığı taşımışlardı. Limanda yaşayan bir sürü kedi öldürülmemişolsaydı fareleri yiyeceklerdi ve hastalık yayılmayacaktı.

Ancak bu kemirgenler kontrolsüz kaldı ve getirdikleri hastalığı korumasız binlerce eve yaydı.

14. yüzyılda salgın hastalık Avrupa’da beş kez daha baş gösterdi. Salgın sona erdiğinde nüfusun üçte birinden fazlası ölmüştü. Kediler öldürülmemiş olsaydı ölüm oranı çok daha az olurdu.

Osmanlı’da Bektaşiliğin Yeri ve Yeniçeri Bektaşiliği

İlk Osmanlı toplumu, bir gaza toplumu ve gaza Müslümanlığı özelliği taşırken, tarihindeki en önemli düzenli ordusu olan Yeniçeriler kuruluşunu pirleri Hacı Bektaş Veli’nin manevi destek ve duaları sayesinde gerçekleştirdiği genel bir inanış olarak ifade edilmektedir. Hem Osmanlı Devleti’nin batı yönlü yayılması ve gidilen yerlerde İslam’ın yayılmasında hem de önemli askeri gücü olan Yeniçerilerin altyapısını oluşturmasında etkin rol oynayan bu inançsal yapıyı birlikte tanıyalım.

Bektaşilik, Baba İlyas’ın halifesi Hacı Bektaş Veli’nin ölümünden iki asır sonra Osmanlı Devleti zamanında Kırşehir’de kurumlaşan, öncelikle Batı Anadolu uç bölgelerine yayılan ve Osmanlı fütuhatı ile Balkanlara taşınan bir inanç sistemidir. Zaman içerisinde Osmanlı hâkimiyetinin ulaştığı bütün topraklara uzanan bu inanç yapısı, özellikle Balkanların Türkleştirilip İslamlaşmasında büyük öneme sahiptir.

Bir Türk tarikatı olan Bektaşiliğin diğer klasik tarikatlardan ayıran en önemli özelliği Türk kültür ve geleneklerine bağlı kalması, Türk örf ve adetlerini İslam dini içinde İslamlaştırması ve yaşatması ile daha açık bir şekilde görülmüştür. Türk toplumunu uzun zamanlar siyasi, askeri, tasavvufi ve kültürel yönlerden etkileyen tarikatların en genişi Bektaşilik oldu. Tarikatın piri Hacı Bektaş Veli ise Osmanlılar zamanına yetişmediği halde geniş mürit halkası ve zaviye ağı ile etkileri ve tarikatı günümüze kadar gelen en güçlü ve popüler Türkmen şeyhidir.

Bektaşilik, Türklerin Anadolu’yu istilasından bu yana yüzyıllar boyunca süre gelen özellikle 13. yy.da ortaya çıkan şiddetli siyasi, sosyal ve dini-tasavvufi hareketlerle ve özellikle Babailer isyanı ve hareketi ile sıkı sıkıya bağlantılı olarak belirmiştir. Bektaşilere başlangıçta Baba İlyas müridi deniliyordu. 14. yy.dan sonra Hacı Bektaş kültü bunlar arasında yayıldı. Bektaşiliğin yayılıp kurumlaşmasında en büyük rolü Sulucakaraöyük’teki Hacı Bektaş Veli türbe ve zaviyesi oynadı.

Hacı Bektaş Veli öldükten sonra (1271) en birinci müridi Abdal Musa zaviyenin şeyhi oldu ve faaliyetlerini sürdürdü. O, birçok müridi ile Batı Anadolu topraklarında ve Balkanlarda Bektaşiliğin temellerini attı. Osmanlı himayesine girdikten ve bir tarikat olarak Devlet tarafından resmi statü verildikten sonra bünyesine heterodoks birçok tarikat ve pagan unsurlar girmiş, Sünni halk ve gayrimüslim unsurlarla kurduğu iyi ilişkilerle bağdaştırmacı, esnek ve hoşgörülü yapısıyla Anadolu’nun en büyük tarikatı haline gelmiştir.

A.Y.Ocak, Bektaşi adının bir zümreye isim olarak 16. yy.da kullanılmaya başlandığını öne sürerek Bektaşiliğin tam olarak 16.yüzyıl başlarında kurulmuş olabileceğini belirtmiştir. Bu süreçte 1502 yılında Şah İsmail’in kurduğu Şiî-Safevi Devlet’inin Anadolu’daki etkili propagandalarının da etkisi olmalıdır. Böylelikle Sultan II. Bayezid Rumeli’deki Bektaşi şeyhi Balım Sultan’ı Sulucakaraöyük’teki Hacı Bektaş Dergahı’nı postnişin atayarak İran’ın etkisi altındaki Kızılbaş-Alevi Türkmenlere karşı bir tedbir düşündü. Bu siyaset kısmen olumlu sonuçlar verdi, Bektaşilikle Alevilik zamanla bütünleşti, Devletin Babaî, Abdalân-ı Rum, Alevi-Kızılbaş Türkmenler üzerindeki kontrolü bu yolla sağlanmaya çalışıldı.

Aşıkpaşazâde’nin belirttiği gibi, Hacı Bektaş Veli, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan evvel gelip Anadolu’ya yerleşmiş meczup bir derviş idi. Hayatta iken bir tarikat kurmadığını, bunlar arasında İslam’a çok aykırı davranışlar bulunduğunu sıralar.

Osmanlı Devleti merkeziyetçi bir devlet olarak kuruluşunu tamamladıktan sonra siyasi ve askeri rollerini terk etmek zorunda kalan Bektaşiler, ancak Balkanlarda yoğun faaliyet halinde fonksiyonlarını sürdürmüşler, Bektaşi tekkeleri, mistik-dini faaliyetleri ile birlikte Osmanlı Devleti’nin ileri hareket merkezi, derbent, teftiş, istihbarat, akıncı beylerine lojistik destek sağlayan teşkilat ağı olarak önemli siyasi ve askeri roller de üstlenmişlerdir.

Bektaşiler, İslam dinini, her seviyede kişinin anlayabileceği bir biçimde basit ve Türkçe anlattıkları için gayrimüslim unsurlar dâhil, Türkmen köylü ve göçebelerle her kesimden insanlar daha rahat ve kolay bir şekilde benimsiyorlardı. Yapısındaki, insanı esas alan mistik özelliği ise, tekkesine gelen insanları din, dil ve etnik kimliğine bakmadan hiçbir ayırım yapmadan bir gördüğü için kolayca yayılıyordu. Yapısındaki mistik ve demokratik unsurlarla bütün dinlere hoşgörülü bakan senkretik (bağdaştırmcı) özelliği sayesinde çok kuvvetli bir cazibe ve propaganda gücüne sahip olmuştur.

Daha ilk zamanlarda bile Sünniliğin ve Sünni tarikatların hâkim olmadığı büyük merkezlerde değil, daha çok göçebe aşiretler, köylüler, gayrimüslim unsurlar ve sınırlardaki askeri zümreler arasında yayılmıştır.

Osmanlı ordusunun fetihlerine paralel olarak, Bektaşilik de fethedilen topraklarda gelişti. Bektaşiler ilk zamanlardan beri, Osmanlı hizmetine girmekle gaza ve fütuhat faaliyetlerinde de rol almışlardır. Menakıbnamelerde yaygın olarak görülen tahta kılıçlarla kaleler fetheden, gaza ve cihat yapan sufi dervişlerin çoğu Hacı Bektaş Veli’nin müridi ve köçeğidir. İbn Batuta ve Evliya Çelebi’nin gezip gördüğü yerlerle alakalı olarak verdiği bilgilerde Hacı Bektaş Veli’nin nüfuzu ve Bektaşi tekkeleriyle Sonradan Bektaşiliğe dönüşen Ahi zaviyelerinin hemen hemen her Osmanlı toprağını bir ağ gibi örmesi dikkatlerinden kaçmamıştır.

Aşıkpaşazade, Neşrî, Oruç b. Adil gibi ilk Osmanlı kroniklerinin aktardığı genel gerçekler, Osmanlı toplum yapısının Türkmen karakteri taşıdığı, ilk ordusunun sufi dergahlarla doğrudan bağları olan Türkmen veli-gazi ve atlı akıncı birliklerinin oluşturduğunu, düzenli yaya-piyade ordusunun Orhan Gazi zamanında temelleri atılıp I. Murad zamanında Yeniçerilerin nüvesini teşkil ettiğini naklederler.

İlk Osmanlı toplumu bir gaza toplumu ve gaza Müslümanlığı özelliği taşırken, ilk düzenli ordusu olan Yeniçeriler de kuruluşunu pirleri Hacı Bektaş Veli’nin manevi destek ve duaları sayesinde gerçekleştiğini genel bir inanış olarak ifade etmişlerdir. Dolayısıyla tüm bunlar ilk Osmanlı toplumsal değerlerinin bu geleneksel Oğuz-Türkmen tabanına oturduğunu gösteriyor.

Osmanlılar 14.yy.dan itibaren Balkanlarda başlattıkları fetih hareketlerinde devamlı olarak Abdalan-ı Rum, 15. yy.dan sonra da Bektaşi derviş ve müritleri görev almışlardı. Ö. L. Barkan’ın eserleri bu konudaki örneklerle doludur.5 Bu faaliyetler, Bektaşi dervişlerine devlet nezdinde önemli bir yer sağladı. Bu dervişlerin gerek Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve gerek sonrasında fetihlerde göstermiş oldukları yararlı hizmetler, II. Bayezid’in Balım Sultan’ı Rumeli’den getirtip Hacı Bektaş zaviyesinin başına oturtması Bektaşiliğin resmen devlet himayesinde kullanılmış olduğunu göstermektedir.

Bektaşi dervişlerinin ilk Osmanlı hükümdarları ile yakın ilişkilerinin en önemli sonucu Bektaşilerin Yeniçeri askeri teşkilatının ilk kuruluşundaki yararlılıkları oldu. Bu ilişki gereği Yeniçerilerin gittiği her yere Bektaşilik de gitmiş oluyordu. Bu arada Bektaşilerin İslam dininin koyu emir ve yasaklarına karşı göstermiş oldukları esnek ve müsamahalı tavırları nedeniyle yeni fethedilen topraklardaki halkı, yerel inançlarını zorlamaksızın etkilemiş olmaktadırlar.

Balkanlardaki Osmanlı hâkimiyetinin kolayca yerleşmesinde etkili olduğu ifade edilen istimalet politikasının altında yatan faktör budur. Bektaşiliğin bağdaştırmacı yapısı nedeniyle Balkanlardaki bozulmuş Hristiyanlar tabir edilen Bogomilis mezheplerin Bektaşiliğe benzeyen heterodoks nitelikleri sebebiyle Ortodoksiye olan muhalefetleri de yerel nüfusun Bektaşiliğe geçişlerini kolaylaştırmıştır. Devletin başta toprak mülkiyeti sağlamaları yanında vergi konusunda getirmiş oldukları kolaylıklara paralel olarak Bektaşi Müslümanlığının engin hoşgörüsü sayesinde Hristiyanlar rahat bir şekilde inançlarını yaşayabiliyorlardı.

Böylece Balkanların yerli Hristiyan, Yahudi, Bogomilis, pagan vs. unsurların Osmanlı yönetimine ısınmaları sağlandı. Bu derviş tarikatının eklektik yapısını tanıyan ve hoşgörülü bir İslam anlayışının temsilcileri olan çoğu Bektaşi halifesi Türkmen şeyh ve dervişlerini gören gayrimüslim unsurların, Katolik din adamlarının baskısına karşı Katolik kardinali göstermektense Müslüman sarığı görmeyi tercih ederiz ifadesinin altında yatan gerçek saik bu olmalıdır. Balkanlardaki toplu ihtidalar ve Arnavut, Boşnak, Pomak vd. unsurların İslamlaşma serüvenleri bu minval üzere gerçekleşmiştir.

Bektaşiliğin yapısındaki mistik değerlerle bir mistik din olan Hristiyanlığın ortak noktaları Bektaşi dergâhlarında birleşiyordu. Bektaşi tekkelerinde organize edilen geniş katılımlı, kadın-erkek ayırımı yapılmayan, sazlı-sözlü coşkun ritüellerle sergilenen toplantılara Hristiyanlar da rahatça katılıyor aynı mistik coşkunluğun ahengine kendilerini kaptırıyorlardı. Bektaşilik, yaşadığı çevre ile yerli gelenek ve inançları kendisinde eritecek derecede uyum içinde olmuştur. Bu husus öncelikle Bektaşiliğin kendisine mal ettiği bazı Hristiyan dini bayramlarında ve Hızır adı altında bazı azizlerin kutsanışı ile bir senkretizm yani bir inançlar karışımı olduğunu da göstermektedir.

Mesela Hristiyanlıktaki teslis kavramı, Bektaşilikte Hak-Muhammed-Ali birdir felsefesinde yansımıştır. Nitekim Hacı Bektaş’ın tekkesini açtığı Sulucakaraöyük çevresinde yoğun olan Hristiyanlar kendisine büyük bir sevgi besledikleri ve Aziz Haralambos adıyla takdis ettikleri bilinmektedir. Öyle ki Balkanlardaki Hristiyan azizleri ile ekserisi gaza sırasında şehit olmuş Müslüman azizleri (Aziz Nicholas ile Sarı Saltuk, Aziz George ve Theodore ile Hızır-İlyas, Gül Baba, Şeyh Bedreddin, Otman Baba, Evrenos Gazi vs. mezar ve makamları kutsal azizler olarak ziyaret ediliyor) birleşiyor, daha birçok Türkmen veli-gazisinin türbesini birbirinden ayırmak mümkün olmuyordu. Her iki dinin mensupları aynı heyecan ve coşkuyla, F.V. Hasluck’un müşterek azizler (yatırlar) dediği, türbe ve mezarları ziyaret ediyorlardı. Bu ve benzeri özellikler yerel unsurlarla Müslüman halkın kaynaşmasını sağlıyordu.

Bektaşilerin bu özelliklerini bilen ilk Osmanlı hükümdarları Bektaşi dervişlerini fethedecekleri topraklara önceden göndererek oralarda tekke açmalarını destekliyor ve faaliyetlerini teşvik ediyordu. Merhum Köprülü de serhatlerdeki köylü ve göçebe Türkmenlerin dini ve kültürel hayatları üzerinde en büyük etkiyi gösteren Bektaşilerin Hıristiyan halkı ihtida etme hususunda da en faal ve kati rolü oynadıklarını ifade etmiştir.

Bektaşilik gibi halk tarikatlarındaki gaza ve cihat duygusunun diğer tarikatlara göre daha çok faal görülmesi, haklarında gaza ve ihtida olaylarını canlı ve çok renkli hikayelerle anlatan menkıbelerin çokluğu, onların gayrimüslim unsurlarla daha çok münasebetler kurduğunu ve fetih hareketlerine daha çok katıldıklarını göstermektedir. Aksi olsaydı, serhat boylarındaki Osmanlı gazileri arasında ve Yeniçeri Ocağı’nda Bektaşilik ananesi bu kadar canlı ve etkili olmazdı. Belki de Sünni bir tarikat ve şeyhi, mesela aynı çağda yaşayan Mevlana’nın adı, daha çok nüfuzlu olurdu. Yeniçeri Ocağı, yıkılışına kadar kendilerini Bektaşi köçekleri olarak anmışlardır.

Horasan erenleri denilen Türkmen şeyh ve dervişleri, Aşıkpaşazâde’nin Gaziyân-ı Rum dediği bu savaşçı gaziler zümresinin gaza ve cihat ateşini daha çok alevlendiriyordu. Bektaşi neşesiyle kurumlaşan Yeniçeri Ocağı’nın Gaziyân-ı Rum’un (Anadolu Gazileri) yerine büyük bir gaza ordusu haline gelmesi ve daha sonraki İran’ın güdümündeki Kızılbaş-Alevi tesirlerine rağmen Osmanlı’ya sadık kalarak Osmanlı-İran savaşlarında Devlete hararetle bağlı kalması son derece önemliydi.

Bektaşi tarikatı Osmanlılar açısından belki de en önemli fonksiyonunu Yeniçeri Ocağı’nın tesisindeki rolüyle gösterdi. Yeniçeriler Ocaklarına Hacı Bektaş Ocağı derken, kendileri de Yeniçeri köçeğiyiz diye övünürlerdi. Halk da kendilerini, Zümre-i Bektaşiyân, Taife-i Bektaşiyân vb. adlarla anarlardı. Yeniçerilerden rahatsız olan, onların kaba ve zorbalığa varan hareketlerini onaylamayan insanlar Güruh-u Bektaşiyân derlerdi. Kısaca halkın nazarında Yeniçerilik Bektaşilik olmuş, Bektaşilik de Yeniçerilik…

Selçukluların yıkılışı ve Osmanlıların kuruluşu arasında başlayan ve Moğol haraçgüzarlarının Anadolu’da sebep oldukları yıkım ve istikrarsızlık dönemlerinde toplumu yönlendiren Ahi Şeyhleri ve Abdalân-ı Rum dervişlerin himayesi altında hayatlarına yön veren gaziler, Darü’l-harp bölgesi uçlara ve Balkanlara yönelmişlerdi.
Balkanlardaki baş döndürücü bir hızla gerçekleşen fütuhatı yönlendirecek düzenli bir orduya ihtiyaç vardı. Osmanlı yöneticileri, Yeniçeriliğin tesisi sırasında yapacakları savaşlara mana ve ideal kazandıracak bir önder gerekiyordu. Çünkü Türkmen şeyhlerinin uçlardaki halkın ve hayatın başlıca nazımı ve önderleri oldukları düşünüldüğünde bu ihtiyacın önemi olaylıkla anlaşılacaktır.

İşte bu misyonu, o zaman geniş halk kesimlerinin keramet ve büyük bir karizma isnat ettiği Hacı Bektaş Veli yerine getirmiştir. Artık Yeniçerilerin gerçek ve değişmez piri Hünkâr Hacı Bektaş Veli’dir. Onlar, dünyevi sultanın değil de manevi dünyanın hünkarı ve sultanı dedikleri Hacı Bektaş Veli adına savaşıyorlardı.

Anadolu ve Rumeli Gazilerinden gaza bayrağını devralan Yeniçeriler, henüz teşkilatı tam kurumlaşmadan önce, bir Bizans toprağı zapt edilir edilmez orayı hemen Darü’l-İslam’a çevirmeye bütün gayretlerini sarf etmeye hazırdılar.8 Bu anlamda Yeniçeriler, Bektaşilerin seyfi kolu olarak hizmet görmüşlerdi.

Yeniçeri-Bektaşi ilişkileri ile ilgili olarak Hacı Bektaş Veli’nin Yeniçerilerin isim babası olduğu ve onlar için hayır dua okuduğu tarihsel anlamda şüpheliyse de bu tarikatın bu ordu üzerindeki nüfuzu bir gerçektir. Bektaşi Babalarından biri Hacı Bektaş Veli’ye vekaleten 94. Kışlada ikamet ederdi. Hacı Bektaş Veli türbesinde postnişin olan şeyh, vefat ettiğinde yerine geçen kimse, İstanbul’a gelip Ocaklı onu şaşaalı bir merasimle Ağakapısına kadar götürerek tacını da Yeniçeri Ağası’nın başına geçirirler ve aynı şekilde devam eden resmi törenle Bâb-ı âli’ye gönderilerek ferace giydirilir, dönüşüne kadar da izzet ve ikramla muamele edilirdi.

Osmanlı hükümdarlarının üzerindeki nüfuzunu bildiğimiz Ahilerin geleneksel başlıkları olan beyaz börk, önceleri Orhan Gazi zamanında kurulan Yaya ve Müsellem Teşkilatı’nın askerlerine, I. Murad Yeniçeriliği kurduğunda da diğer askerlerden ayrıcalığı bulunsun diye Yeniçerilerin serpuşu olarak kabul etmişlerdi.

Hacı Bektaş Veli ile Yeniçeriler arasında organik bir bağ olmasa da bu manevi bağ 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına kadar sürdü (Vak’a-ı Hayriye). Yeniçerilerin Bektaşilerle bağları o derce kuvvetliydi ki II. Mahmud, Yeniçerilerle yapılan şehir içi muharebelerin ikinci günü ülkedeki bütün Bektaşi tekkelerini de kapatma emri vermiştir. Yeniçerilerle birlikte Bektaşilerin da bir nevi imhasına gidilmişti. İstanbul’daki Bektaşi babalarından kaçabilenler canını kurtarabilmiş, birçoğu idam veya sürgün edilmiştir. Böylece Yeniçerilikle birlikte Bektaşiliğe de resmen son verilmiştir.

Anadolu ve Rumeli Gazilerindeki güçlü Hacı Bektaş Veli kült ve inancını gören Osmanlı sultanları, Yeniçeri Askeri Ocağı’nı kurarken, aynı zamanda halk arasındaki yaygın kült sebebiyle, Ocağı ona bağlamışlardı. Böylece Hacı Bektaş Veli’nin hatırası Osmanlı topraklarına gittikçe büyüyüp yayılmış ve ünlenmiştir. Gerek Balkanlarda fethedilen topraklardaki gayrimüslim aileler ve gerekse Anadolu’daki halk, her aileden bir tane olmak üzere, çocuklarını çekinmeden Yeniçeri Asker Ocağı’na vermişlerdir. Ocağa atfedilen kutsallık sayesindedir ki zamanla Hacı Bektaş Veli’nin yerini ‘Peygamber’ alacak ve Asker Ocağına halkımız Peygamber Ocağı diyecektir. Doğal olarak bu, devletin de hoşuna gidecektir.

Bunun en büyük pratik sonucu şu olmuştur ki, uzun süren Osmanlı-İran savaşları boyunca Anadolu kırsalındaki Kızılbaş-Alevi topluluklar İran yanlısı bir tutum sergilemişken Bektaşiler devlet yanılışı olarak kalmışlardır. Alevilerin mehdici, ihtilalci ve isyana meyilli davranışları yanında Bektaşilerin Osmanlı’ya sadık bir tutum izlemelerinde Osmanlı’nın bu zümrelere karşı geliştirdiği politikaların etkisi olmuştur.

Sonuç
Hacı Bektaş Veli’nin Osmanoğulları’nın saltanatını tebşir ettiği ve Osman Gazi’ye kılıç kuşattığı, taç giydirdiği, devletinin inkişafı için dua ettiği rivayetler12 Bektaşiliğin devlet üzerinde kuvvetli bir mevki almasından sonraki zamanlarda meydana çıkmış olmalıdır.

Yeniçerilerin Bektaşilikle ilişkisini tanımlamaya çalışan bazı araştırmacılar, Yeniçerilerin çoğunluğunun devşirilen Hristiyan çocuklardan veya savaş esiri olarak alınmış olmasına dayandırmaktadırlar. Kökenleri ne olursa olsun Balkanlardaki fütuhat sırasında esir alınan çocuklar, Roma İmparatorluğunun, Selçukluların ve Abbasilerin de yaptığı üzere, Osmanlı fetih ordusunun asker ihtiyacını karşılamak üzere Anadolu’daki çiftliklere ve köylere gönderilerek burada Türk dilini ve İslam kültürünü öğrenirlerdi.

Anadolu’ya gönderilen bu çocuklar, kitabi-Sünni İslam’dan ziyade Hacı Bektaş Veli kültünün çok kuvvetli olduğu halk inançlarını benimsemek durumunda kaldıkları kuşkusuzdur. İşte henüz Devşirme Sistemi’nin gelişmediği erken Osmanlı döneminde Yeniçerilerin Hacı Bektaş Veli’ye büyük saygı duymaları ve Hacı Bektaş Veli’nin de Yeniçeri askerlerinin manevi piri olmasının tarihsel açıklaması böyledir.13 Bektaşi-Yeniçeri ilişkisi, çağdaşları olan Mevlana ve Yunus Emre dahil, Anadolu’da hiçbir sufinin neden Hacı Bektaş Veli kadar güçlü bir kutsallaştırma konusu olmadığını da göstermektedir.

Daha Orhan Gazi’den itibaren Balkanlara yerleştirilen Türkmenler orada Türkleşirken (yerleşik hayata geçme), Hıristiyanların Türkleri oradan atma çabalarına karşı yerli unsurlardan temin edilen Yeniçerilerin büyük faydaları olmuştur. Şüphesiz bu stratejide Bektaşi şeyh ve zaviyeleri önemli roller üstleniyorlardı.

Osmanlı’dan kalan en tehlikeli yadigar Osmanlı tokadı nedir?

Bir rivayete göre kuvveti dillere destan olan Osmanlı’nın kurucusu Osman Bey’in bir tartışma sırasında hiddetlenerek attığı bir tokat sonucu, tokadı yiyen kişnin oracıkta ölmesi üzerine söylenmeye başlanmış olduğu iddia ediliyor.

Tarihçi Murat Bardakçı’ya göreyse ‘Osmanlı Tokadı’ sözü IV.Murad’ın 1632’deki ayak divanında, Sadrazam Hafız Ahmed Paşa’nın kendisine saldıran iki Yeniçeriyi iki tokatla öldürmesinden gelmekte.

Kavram olarak ne zaman ortaya çıkmış olursa olsun, ‘Osmanlı Tokadı’ Osmanlı askerlerinin silahsız saldırı yada savunma konusunda her zaman kullandıkları ve geliştirdikleri bir vuruş türü olmuştur.

Etkili bir şekilde atıldığında öldürücü olabilen ‘Osmanlı Tokadı’ çıkardığı ses ve oluşturduğu basınç dolayısıyla da oldukça zarar verebiliyor, bunun yanında kulağa denk geldiğinde kulak zarını patlatabiliyordu.

Elin her iki yanıyla da yapılabilen ve muhatabını sersemleten, duruma göre bayıltan yada öldürebilen bu tokat tekniğini kullanan bir askeri sınıf yoktu. Bütün askerler arasından bileğine güvenen babayiğitler bu tekniği kullanırlardı.

‘Osmanlı Tokadı’ tekniği tek bir biçimde kullanılmazdı. Duruma, yere, düşmanın zırh yapısına ve dövüşün gidişatına göre uygulanan değişik şekilleri mevcuttu.

El ve kolun açısız, omuzdan hızla hareketiyle hedeflenen noktaya elle yapılan temasla yapılır, en çok yüzün her iki yanına ve enseye, bilek veya dirsek kırılmadan omuzdan güç alınarak büyük bir hızla atılırdı.

Ancak asıl ‘Osmanlı Tokadı’ burnu hedef alacak şekilde yüzün tam ortasına, avuç içini germeden burun ucuna denk gelecek şekilde atılırdı.

Bu şekilde kafatasının göz çukurkarında kalan kısımları kırılarak beyne saplanır, böylece ölüme yol açardı.

Böyle bir tekniğin uygulanmadığı durumlarda bile, hızlı ve çok sert şekilde atıldığı ve çok kuvvetli bir tokat olduğu için boyun kırılmasına yol açarak öldürebiliyordu.

Ancak bu teknikler, ağır idmanlar, cirit, güreş ve benzeri gibi savaş oyunları ve kılıç kullanma, yay germe talimleriyle kanlı savaş meydanlarında pişen Osmanlı askerleri için rahatlıkla uygulanabilecek tekniklerdi.

Osmanlı ordusunda yer alan her Yeniçeri ‘Osmanlı Tokadı’ nın tekniklerini bilir küçük yaşta Yeniçeri Ocağı’na alındıktan itibaren yağlı mermerleri tokatlayarak yapılan idmanlarla kendisini geliştirirdi.

Osmanlı Tokadı bir Yeniçerinin kılıcından sonra en güvendiği silahıydı

Savaş esnasında sıkça görülen, silahın elden düşmesi veya kırılması gibi durumlarda ‘Osmanlı Tokadı’ Yeniçerinin tek silahı haline gelirdi.

Ancak ‘Osmanlı Tokadı’ daha çok Akıncılar sınıfı içerisinde yer alan, ‘Deliler’ adı ile anılan efsanevi savaşçılar ile özdeşleştirilmiştir.

Deliler at üzerinde veya yaya olarak ordunun en önünde yer alırlar, savaş sırasında en önden gidip, ellerinde sadece bir kalkanla, hatta kimi zaman o bile olmaksızın çıplak elle, sille tokat düşmana saldırırlardı.

İri yarı, güçlü, 20-25 yaş arasındaki gözünü budaktan sakınmayan, yürekli ve korkusuz gönüllüler arasından seçilirlerdi.

Bu ‘Azaplar’ ıslatılmış mermer üzerine çıplak elle tokat atarak talim ederlerdi. Zamanla avuç içleri nasır tutar ve iyice kuvvetli hale gelirlerdi. Bu tokatların muhatabı sadece düşman askerler değil, askerlerin atlarıda olurdu.

Osmanlı’nın savaştığı topraklarda yapılan araştırmalarda, bulunan birçok insan ve at kafatasında tokat izlerinin olduğu gözlenmiştir.

Boşnakların kökeni nedir

Bizanslı Eflatuncu filozof-devlet adamı (1018 – 1078) Michael Psellos 967-1077 olaylarını anlattığı Khronographia (Vakayiname) adlı kitabında Balkanları tamamen hakimiyetleri altına alan 1050 yılında da bütün Trakya’yı işgal eden Peçenekleri anlatırken çağdaşı Kaşgarlı Mahmut’la aynı ifadeyi kullanıyor:

ÖLÜM KARŞISINDA KORKU BİLMEZLER

“Peçenekler zırh giymez ve başları miğfersizdir. Kalkan da taşımazlar. Savaşta bağırarak saldırırlar, püskürttükleri düşman askerlerini takip ederek öldürürler. Derin vadilerde ve uçurumlarda yaşarlar. Ölüm karşısında korku bilmezler.”

Bir doğulu bilginin Başnaklar, bir Bizanslı tarih yazarının da Peçenek Türkleri hakkında aynı ifadeleri kullanmaları Peçeneklerle Başnakların aralarında bir köken farkının olmadığını göstermektedir.

Türkolog N. A. Baskalov, Türk Menşeli Rus Aile Adları adlı kitabında Peçenek kelimesini Peçe-on-ok şeklinde tahlil edip peçe=bey; arı beyi; Peçenek’in de Onok ların beyi anlamına geldiğini söylüyor. Aynı mantıkla hareket ettiğimizde Başnakların Peçenek boylarından biri olduğunu ve Başnak sözünün baş+on+ok’tan kısaldığını kabul etmemiz mümkündür.

Bağdatlı Mesudî 941 yılında yazdığı Mürucü’z-Zeheb (Altın Çayırlar) adlı eserinde Hazarlarlla Alanlara yakın ve bunlarla batı arasında 4 Türk kavmi bulunduğunu, bunların en cesurlarının Bacnak olduğunu kaydediyor. Mesudî’nin sıraladığı bu dört boydan Bacgard ve Nükerdeler Macar asıllı Bacnak ve Becneler ise Peçenek boylarıdır.

Bütün bu ifadeler Mesudî’de adı geçen Bacnakların Kaşkarlı’nın bahsettiği Başnaklar olduğunu şüphe bırakmamaktadır.
Bugün ne sebep ve hangi mantıkla olduğunu anlayamadığımız bir şekilde Boşnak-Başnakların Osmanlı döneminde İslamiyeti kabul etmiş bir Balkan kavmi olduğu fikri ön plana çıkarılıyor. Hâlbuki yine 11. asırda yaşamış bulunan Endülüslü El-Bekrî o asırda İslamiyet’in Peçenekler arasında iyice yayıldığını, hatta Peçenekler arasından İslam dini âlimlerinin çıktığını söylüyor.

11. Asırda henüz Kayı Boyu’nun Osmanlı Devletini kurmadığı göz önünde tutulursa Boşnakların Osmanlı fütuhatı döneminde Müslümanlığı kabul ettiği iddiası boşa çıkmaktadır. Yakın tarihlerde Sırp zulmüne uğramış olan Boşnaklar Müslüman bir topluluktur, ama her şeyden önce Türk’türler.

KUMAN-PEÇENEK DEVLETİ

Miladi 1034 yılından itibaren Peçenek ve Kuman Türklerinin, Rodop’lar , Batı Trakya ile Pirin ve Vardar Makedonyası bölgelerine, hatta İstanbul surları önüne kadar inmeleri, Bizans’ı çok ciddi olarak telaşlandırmıştır. Bu nedenle Bizanslılar , 1050 yılında büyük bir ordu teşkil edip Peçenek ve Kuman Türklerinin üzerlerine sevk etmişlerdir.

Fakat, Bizanslılar büyük bir yenilgiye uğrayınca barış andlaşması yapılarak Bizans devleti vergiye bağlanmıştır.
Bu andlaşmayı takip eden 30 yıllık süre içerisinde Rodoplar, Batı Trakya ve Makedonya Peçenek Türklerine tabî olan Kuman Türklerine terk edilmiştir. Peçenek Türkleri ise, Kosova, Yeni Pazar ve Bosna’ya doğru çekilmişlerdir.
Kuman Türkleri miladî 1087’de Peçenek Türkleri ile birlikte Bulgaristan, Makedonya, Yeni Pazar, Kosova, Bosna ve Arnavutluğu içine alan ve başkenti Kumanova olan “Kuman-Peçenek Türk Federasyonu” nu kurmayı başarmışlardır.

Fakat bu iki kardeş Türk kavmi Bizanslılarla ve gayri Türk unsurlarla savaşacakları yerde, birbirleriyle savaşarak “milli birliği” yıkmışlardır. Bu nedenle 1087 yılında kurulmuş olan “Kuman-Peçenek Türk Federasyonu” 1091 yılında yıkılarak varlığını ve politik fonksiyonunu tarihin karanlıklarına terk etmiştir.

OKUMAKTAN PİŞMAN OLMAYACAĞINIZ BENZER YAZILAR
* Manavlar kimdir ? Tarihçeleri nedir ?
* Balkan Türklerinin kökeni nedir ?
* CUMHURİYET REJİMİNİ İLK BENİMSEYEN TÜRK DEVLETİ ! BATI TRAKYA TÜRK DEVLETİ
* 1821 Mora katliamı! Gizlenen ve hiç konuşulmayan Türk soykırımı!
* Balkanlarda Türk Soykırımı ! Bizden başka kimsenin geçmişini unuttuğu yok !