Cumhuriyet rejimini ilk benimseyen Türk devleti ! Batı Trakya Türk Devleti

31 Ağustos 1913’te kurulan ve 12 Eylül 1913’te bağımsızlığını ilan eden Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni Avusturya, Yunanistan ve İngiltere’nin tanımış olmasına karşılık Osmanlı Devleti tanımamıştı.

Bulgar Dışişleri Bakanı Geşof hatıralarında, “Eğer Osmanlı Hükümeti Batı Trakya’da kurulan yeni hükümeti kendi eliyle yok etmiş olmasaydı, bütün devletler bu tampon devleti kesin olarak tanıyacaklar ve Türkler Balkanlardan çıkmamış olacaklardı. Biz bu sonuçtan endişe ettik. Fakat, Osmanlı devlet adamları, özellikle Cemal Paşa bize bizden çok himmet etti” diyordu.

I. Balkan Savaşı sırasında çatışmaların Trablusgarp’ta yoğunlaşmasından cesaret bulan Karadağlılar, Bulgarlar, Yunanlar ve Sırplar, Rusya’nın da kışkırtmasıyla, Balkan coğrafyasını Osmanlı’dan koparmak üzere harekete geçmişlerdi. Bu çatışmalar sonrasında, 30 Mayıs 1913’te imzalanan Londra Anlaşması’yla aslan payını alan Bulgaristan, Karadeniz’den Ege’ye uzanan büyük bir devlet olarak tarih sahnesine çıkmıştı. Bulgaristan’ın bu genişlemesinden rahatsızlık duyan Balkan devletlerinin ve Romanya’nın Bulgaristan’a savaş açmasıyla II.Balkan savaşı başlamış oldu.

Balkanlarda büyük toprak kaybına uğrayan Osmanlılar, ilgili devletlere verdiği bir notayla, İstanbul ve boğazların güvenliği açısından Meriç Nehri’ne kadar olan bölgenin ellerinde olması gerektiğini, orduların bu amacı gerçekleştirmek üzere harekete geçeceğini duyurmuştu. Bulgaristan’ın, savaş nedeniyle Trakya topraklarındaki askerlerinin bir kısmını çekmesini fırsat bilen Enver Bey (Enver Paşa), bu durumdan yararlanarak hareket geçmiş ve Eşref Kuşçubaşı komutasındaki birlikler 23 Temmuz 1913’te Edirne’yi, Kırklareli’yi ve Meriç Nehri’ne kadar olan bölgeyi Bulgarlardan geri almıştı. Enver Bey 300 bin kişilik güçle Meriç nehri ötesine geçmiş, ancak başta Rusya olmak üzere, Batılı devletlerin baskıları karşısında geri çekilmek zorunda kalmıştı.

Bu gelişme sonrasında Bulgaristan’la İstanbul ve Yunanistan’la Atina antlaşmaları imzalandı.

Bu gelişme üzerine Enver Bey, Batı Trakya’nın tümüyle geri alınması için, daha önce Trablusgarp’ta uyguladığı bağımsız çete örgütlenmeleri modelini burada da devreye soktu. Başında Teşkilat-ı Mahsusa’nın efsane lideri Kuşçubaşı Eşref’in bulunduğu 16 Subay ve 100 erden oluşan bir çekirdek çete örgütünü Batı Trakya’ya gönderdi. 116 kişiden oluşan bu çekirdek kadro, Trablusgarp’ta üstün başarı gösteren askerlerdi. Edirne’den, Ortaköy ve Koşukavak’tan topladığı gönüllülerle bir tabur oluşturan Kuşçubaşı, kısa sürede Koşukavak, Papazköy, Mestanlı ve Kırcali’yi Bulgarlardan geri aldı.

Eşref Kuşçubaşı, Enver Bey’in kurmay binbaşı Süleyman Askeri Bey komutasında gönderdiği destekle, 31 Ağustosta Gümülcine’yi, 1 Eylülde İskeçe’yi geri aldı ve önceden kararlaştırıldığı gibi, Garbi Trakya Hükümet-i Muvakkatesi’nin (Batı Trakya Geçici Hükümeti) kurulduğunu ilan etti 31 Ağustos 1913). (Bazı kayıtlarda kuruluş tarihi 28 Temmuz 1913’tür)

Eşref Kuşçubaşı’nın komutasındaki birlikler Osmanlı Hükümeti’nin çağrısını dinlemedi

Osmanlı Hükümeti, dış baskılar nedeniyle, Batı Trakya’daki birliklerine “geri dön” çağrısı yaptı. Bu çağrıyı dinlemeyen Eşref Kuşçubaşı komutasındaki birlikler, 31 Ağustos 1913’te kuruluşu ilan edilen Garbi Trakya Hükümet-i Muvakkatesi’ni Garbi Trakya Müstakil Hükümeti’ne (Batı Trakya Türk Cumhuriyeti) dönüştürerek bağımsızlığını ilan ettiler (12 Eylül 1913).

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni Avusturya, Yunanistan ve İngiltere’nin tanımış olmasına karşılık, Osmanlı Devleti tanımamıştı. Balkan bozgunun seyrini, Osmanlı’nın kaderini değiştirmeyi amaçlayan bir avuç vatansever tarafından kurulan ve bayrağı, anayasası, milli marşı, ordusu, meclisi, ajansı, gazetesi ve posta pulu olan bu tam teşekküllü devlet, Avusturya, Yunanistan ile İngiltere’nin tanımış olmasına rağmen, Osmanlı’nın dış baskılara direnememesi, İttihat Terakki’nin iç çatışmaları nedeniyle, 58 gün yaşadıktan sonra kendisini feshetmek durumunda kalmıştı.

BATI TRAKYA TÜRK CUMHURİYETİ ANCAK 58 GÜN YAŞADI

31 Ağustos 1913’te Balkanlarda, Osmanlı’dan koparılan toprakların tamamen elimizden çıkmasını önlemek amacıyla, Batı Trakya Türk Cumhuriyeti adıyla bir Türk devleti kuruluyor, Yunanistan, Avusturya ve İngiltere bu devleti resmen tanıyor, ama Osmanlı devleti, bir takım dış baskılara dayanamayarak bu devleti tanımıyor! Tanımamakla kalsa iyi de, bir de kendi kendini feshetmesi için baskı uyguluyor! Bulgar Dışişleri Bakanı Geşof hatıralarında, “Eğer Osmanlı Hükümeti Batı Trakya’da kurulan yeni hükümeti kendi eliyle yok etmiş olmasaydı, bütün devletler bu tampon devleti kesin olarak tanıyacaklar ve Türkler Balkanlardan çıkmamış olacaklardı. Biz bu sonuçtan endişe ettik. Fakat, Osmalı devlet adamları, özellikle Cemal Paşa bize bizden çok himmet etti’ diyordu.

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti giderek güçlenirken, Osmanlı’nın Londra Anlaşması’nı tek taraflı bozduğuna ilişkin baskılara daha fazla dayanamayan Osmanlı, 29 Eylül 1913’te İstanbul Anlaşması’nı imzalayarak Batı Trakya’yı Bulgaristan’a bıraktığını ilan etmişti. 25 Ekim 1913’te Batı Trakya Türk Cumhuriyeti kendini feshetmiş ve bölgeye gelen Cemal Bey (Paşa) 30 Ekim günü bölgeyi Bulgaristan’a teslim etmişti.

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti, Türk tarihinin ilk cumhuriyeti olması nedeniyle, devlet yönetimi anlayışında önemli bir dönüm noktasıdır. Hem Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’ne hem de Türkiye Cumhuriyeti’ne öncülük etmiştir. Fakat, biz Balkan Savaşları’nın aşamalarını, Osmanlı’yı tarih sahnesinden silmek için oluşturulan gizli-açık ittifakları ayrıntılarıyla bilmediğimizden, ancak 58 gün yaşayabilen Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin tarihimiz açısından önemini de, uluslararası hukuk açısından günümüze yansımalarını da bilemiyoruz.

Yüz yıl öncesinde Balkanlardan, Kafkaslar’dan Türk’ün izlerini silmeyi hedefleyen soykırıma yönelik katliamlar bugün Kuzey Afrika’daki ve Ortadoğu’daki Osmanlı coğrafyasında yaşanmaktadır. Yüzyıl öncesinde uygulamaya konulan ve Osmanlı İmparatorluğu’nu tarih sahnesinden silmeyi hedefleyen büyük oyun, yeni aktörlerin de katılımıyla, bugün kaldığı yerden sürdürülmektedir.

Dünya siyasi haritasının yeniden şekillendirildiği günümüzde, yarınları görebilmek için, öncellikle yakın tarihimizi ayrıntılarıyla bilmemiz, dersler çıkarmamız gerekir. Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni tanımış olan Yunanistan, bugün bu konunun yeniden gündeme gelmesinden müthiş rahatsızlık duymakta, buna rağmen, Batı Trakya’da yaşayan Türklere Lozan Anlaşması’ndan doğan haklarını vermemeye yanaşmamakta, Ege’deki adacıklara el koymaya çalışmaktadır.

BATI TRAKYA TÜRK CUMHURİYETİ, BAYRAĞI, ANAYASASI, MİLLİ MARŞI, MECLİSİ, PARASI VE PULU OLAN TAM TEŞEKKÜLLÜ BİR DEVLETTİ

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti, 31 Ağustos 1913’te kurulmuştu. I. Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu’da kağıt üstünde yaratılan yapay bir devlet değildi. Batı Trakya Türk Cumhuriyeti; bayrağı, anayasası, milli marşı, meclisi, parası, pulu olan tam teşekküllü bir devletti. Osmanlı’nın varlığını sürdürebilmesi açısından bir şanstı; yaşaması, yaşatılması gerekirdi. Batı Trakya Türk Cumhuriyeti yaşatılabilseydi, tarihin seyri değişebilirdi; Osmanlı Balkanlar’da tutunabilir, bugün dünyanın en önemli enerji kaynaklarını barındıran Ortadoğu’ya egemen olacağından, bir süper güç olarak varlığını sürdürebilirdi.

Osmanlı, Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin, varlığını sürdürmesi açısından önemini kavrayamadı. Peki, Osmanlı’nın varisi olan Türkiye Cumhuriyeti, Batı Trakya Türk Devleti’nin, bugünkü küresel konjonktür açısından önemini kavrayabilmiş midir? I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı’nın Balkanlardaki, Kuzey Afrika’daki ve Ortadoğu’daki toprakları üzerinde birçok yapay devletçikler oluşturuldu. Yüzyıl öncesinde yapılan bu parselasyon, bugünlerde, günün koşullarına göre revize edilmekte, ülkeler işgal edilmekte ve parçalanmaktadır.

Osmanlı’nın varisi olarak, tarihi kültürel bağlarının kazandırdığı stratejik derinliği hala derin ve güçlü olan Türkiye’nin, bu operasyonlara herhangi bir şekilde müdahale etmesini önlemek amacıyla, terörle, ekonomik krizle, bölünme tehlikesiyle tehdit edilmektedir.

Ayrılıkçı terör örgütüne yataklık eden, para ve silah yardımı sağlayan Batılı “dostlara” karşı kullanabileceğimiz en etkili silahlardan biri de Batı Trakya kartıdır. Türkiye’nin toprak bütünlüğüne göz diken AB’li dostların oyunlarına karşı Batı Trakya kartı da, AB sınırları içindeki Türk varlığı da önemli bir kozdur. Bu gibi konularda II. Abdülhamit’in taktiği, bugün de sonuç verecek bir formüldür. Bilindiği gibi, İngiltere Osmanlı topraklarıyla fazla ilgilenmeye başladığında Abdülhamit, o dönemde İngiliz sömürgesi olan Hindistan’daki Müslümanları ayaklandırarak gözdağı verirdi. Bugün de terör, devletlerarası çekişmelerde, bir savaş aracı olarak kullanılmaktadır.

BATI TRAKYA TÜRK CUMHURİYETİ’Nİ NEDEN YAŞATAMADIK?

Bağımsızlığa kavuşan Karadağ, Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan’ın birleşerek Osmanlı’yı hedef almaları, II. Balkan Savaşı’nı tetiklemiştir. Balkan devletlerinin ortaklaşa harekete geçebileceklerine ihtimal vermeyen Osmanlı bu saldırılar karşısında başarılı olamadı; Bulgarlar Ekim 1912’de Çatalca’ya kadar gelmelerini engelleyemedi. Osmanlı’nın Makedonya ile ilişkisi kesildi. Sırpların Üsküp’e girmeleri, Arnavutluk’un işgal edilmesi Osmanlı’nın Balkanlar’da otoritesinin kalmadığını göstermekteydi.

Balkan Savaşı sonunda, 30 Mayıs 1913’te Londra Anlaşması’nı imzalayan Osmanlı, Midye-Enez hattının batısındaki topraklarını düşmana vermek zorunda kalmıştı. Dedeağaç-Kavala arasındaki toprakları ele geçiren Bulgaristan, bu anlaşmayla, Ege Denizi’ne uzanmış oluyordu. Osmanlı’nın Balkanlardaki mirasını paylaşma konusunda kavgaya tutuşan Batılar, II. Balkan Savaşı’nın fitilini ateşlemiş oldular.

Bu savaşta oldukça hırpalanan Bulgaristan’ın durumundan yararlanan Osmanlı, 3000 kişilik bir “serdengeçti” müfrezesiyle Edirne’yi ve Meriç Nehri’ne kadar olan topraklarını geri almıştı. Meriç Nehri’nin batısında kalan yüzde 85’i Türk olan topraklarda yaşayan Müslüman nüfusun da kurtarılması gerekiyordu, fakat Batılı dostlara Meriç’in batısına geçilmeyeceğine ilişkin verilen söz, Osmanlı’nın elini kolunu bağlıyordu. Ordumuzun gözü kara askerleri Habipçe, Harmanlı ve Bozköy’e akınlar düzenlemiş, fakat Bulgarların baskı üzerine harekete geçen Rusya ve Batılı devletler Osmanlı’nın Edirne’ye çekilmesine neden olmuştu.

Tarihte “Edirne Fatihi” olarak anılan Yarbay Enver (Paşa), 16 subay ve 100 erden oluşturduğu 116 kişilik bir serdengeçti ekibini Kuşçıbaşı Eşref’in emrine vermiş, Ortaköy’ün alınmasıyla görevlendirmişti. Kuşçubaşı kısa sürede Ortaköy’ü almış, Koşukavak’a yürümüştü. Buraları Bulgar çetelerden temizleyen Kuşçubaşı burada milli bir tabur kurmuş, Kamber Ağa’yı hükümet başkanı ilan ederek Mestanlı’ya yürümüştü. Mestanlı’yı savaşsız ele geçiren Kuşçubaşı, Kırcaali’yi de alarak burada da bir hükümet kurmuştu.

Kuşçubaşı’nın belirli bir amaca yönelik bu operasyonları Balkan devletlerini ve Batılıları ürkütmüştü. Babı Ali Kuşçubaşı’nın engellenmesini isterken, Enver Bey, daha sonra I. Dünya Savaşı’nda Irak Cephesi Komutanı olacak Süleyman Askeri Bey komutasında bir destek kuvvet göndermiş ve Batı Trakya’nın tamamının işgalini emretmişti. 31 Ağustos 1913’te Gümülcine, 1 Eylül’de de İskeçe yeniden Türk topraklarına katılmıştı.

Gümülcine’nin kurtarıldığı gün, Garbi Trakya Hükümet-i Muvakkatesi kurularak başkanlığına Salih Hoca getirilmişti. Fakat Süleyman Askeri Bey, Erkan-ı Harbiye ve Garbi Trakya Hükümet İcraiye Reisi olarak bütün yetkileri kendinde toplamıştı.

Osmanlı’nın Balkanlardaki bu hızlı ilerleyişi ve Garbi Trakya Hükümeti Muvakkatesi’nin kurulması, Bulgaristan’ı ve İttihat Terakki yönetimini kaygılandırmıştı. Batı Trakya’da bağımsız bir Türk devletinin kurulmasını başından beri olumlu karşılamayan Osmanlı yönetimi, dış baskılara dayanamayarak, bu konuda önderlik yapan Batı Trakya’daki birliklere “geri dön” çağrısı yaptı. Fakat, bu emre uymanın oradaki Türk nüfusu Bulgarların ve Yunanlıların insafına terketmek olacağını çok iyi bilen subaylar bu emre uymadılar ve 12 Eylül 1913 tarihinde Garbi Trakya Müstakil Hükümeti’ni (Batı Trakya Türk Cumhuriyeti) kurdular.

Balkanlarda kurulacak bir Türk devletinin Balkan bozgunun gidişatını, Osmanlı’nın kaderini değiştireceğine inanmış olan Eşref Bey, Babıali’ye, sabık 10. Kolordu Kumandanı Hurşit Paşa’ya ve Erkan-ı Harp Kaymakamı Enver Bey’e yazdığı mektupta Garbi Trakya Hükümet-i Muvakkatesi’nin Batı Trakya Türk Cumhuriyeti adıyla bağımsız bir devlete dönüştürüldüğünü duyuruyordu:

“…Bu günden itibaren Garbi Trakya Hükümet-i Muvakkatesi altındaki çalışmamızı Hükümet-i Müstakile’ye (Batı Trakya Türk Cumhuriyeti) tebdil ve ilan, maalesef rabıta-i maddiyemizi Hükümet-i Osmaniye’mizden kesmiş olduğumuzu ilana mecbur oluyoruz… Merkezimiz Gümülcine Şehridir. Dedeağaç, İskeçe, Eğridere, Darıdere, Kırcaali, Koşukavak Şehirlerini ve diğer kaza ve nahiyelerini idare etmekteyiz. Hükümetimiz tam teşkilatla kurulmuştur.”

“.. Kuvvetlerimize ilhak ve hükümetimize iltica eden bazı efrad ve zabıtanın iadeleri Hükümet-i Osmaniye’ce talep edilmekte ise de, huku-ı düvel kaidelerine istinaden arz olunur ki, Garbi Trakya hükümetiyle Osmanlı Devlet-i Aliyye’sinin yekdiğeriyle muahedelenmiş bu gibi iade-i mücrimin ve bahusus da siyasi mücrimler hakkında bir anlaşma bulunmadığından, bu hususun da nazar-ı mütalaeden uzak bulundurulmaması istirham olunur.
Garbi Trakya Hükümet-i Müstakilesi Riyaseti adına Eşref.”

Garbi Trakya hükümet-i Müstakilesi’nin kuruluşu, Batı Trakya’daki halka da yine 25 Eylül 1913 tarihli bir beyannameyle duyuruldu.

Sınırlar içinde Yunan ve Bulgar pulları geçersiz sayılmış, devletin kendi pulları basılmıştı. Devletin 30 000 kişilik bir ordusu vardı; bunun 6 000’i Osmanlı kalan 24 bini de yöre halkından oluşuyordu. Batı Trakya Türk Cumhuriyeti tam teşekküllü bir devletti. Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşunda yer alan isimlerden olan Yüzbaşı Yakup Cemil o günleri şöyle anlatıyor:

“Balkanlara hızla girip, kaybettiğimiz topraklarımızı geri almamız üzerine Düveli Muazzama derhal sadrazamın makamına koştular. Güya, Londra Antlaşması’nı tek taraflı olarak bozmuşuz, hemen işgal ettiğimiz topraklardan çıkmalıymışız. Kim kimin toprağını işgal etmişti? İttihat ve Terakki’nin uygun görmesiyle Süleyman Askeri Bey, Eşref Kuşçubaşı, Çerkez Reşid, Sapancalı Hakkı ve Fehmi Beyler gibi arkadaşlarla Meriç’i geçip Trakya’ya daldık.

Gümülcine, Kırcali, Dimetoka gibi yerleri bir bir geri aldık. Serez’e de el atıp Yunan hududuna dayandık. Bulgarların Ege bağlantısını kesmiş olduk. Avrupa ayağa kalktı. Dış baskıları azaltmak için Garb-i Trakya Muvakkat Hükümeti’ni kurduk. Bu bir cumhuriyetti ve Türk tarihinde bir ilki gerçekleştirmiştik. Bayrağımız vardı, başkentimiz Gümülcine’ydi, pul bile bastırmıştık’’.

Osmanlı Devleti’nin bölgeyi Bulgarlara bırakmasının nedeni olarak, İttihat ve Terakki’deki iç çekişmeler gösterilir. Bab-ı Ali baskını sonrasında devlet yönetimine soyunan İttihat ve Terakki’nin dış baskılar doğrultusunda ülke çıkarlarıyla bağdaşmayan kararlar aldıkları bilinmektedir. Enver Paşa’nın Batı Trakya Türk halkının moralini yüksek tutmak, ilk fırsatta Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni kurma hazırlıkları yapmak üzere bölgeye köylü, çoban, imam ve işadamı kılığında Teşkilat-ı Mahsussa elemanları gönderdiği bilinmektedir. Fakat, tarihin akışı Enver Paşa’ya bu hayalini hayata geçirmesine izin vermeyecekti. Türk’ün kaderinin karardığı günler yaşanıyordu..

Başkenti Gümülcine olan bu yeni Türk devleti, tarihteki ilk Türk cumhuriyetidir; 1918’de Azerbaycan’da Mehmet Emin Resulzade’nin kurduğu Azerbaycan Türk Cumhuriyeti’nden 5 yıl, Türkiye Cumhuriyeti’nden 10 yıl önce kurulmuş bir Türk cumhuriyetidir. Sınırları doğuda Meriç, batıda Makedonya, kuzeyde Bulgaristan- Rodop Dağları ve güneyde Ege Denizi’ydi. Bayrağı vardı; bayrağındaki siyah matemi, yeşil İslamiyeti, beyaz aydınlık günleri, Ayyıldız da Türklüğü simgeliyordu. Sözlerini Piyade Kurmay Binbaşı Süleyman Askeri Bey’in yazdığı İstiklal Marşı’nı aşağıdaki videodan dinleyebilirsiniz:

BATI TRAKYA TÜRK CUMHURİYETİ MİLLİ MARŞI

Ey Batı Trakyalı asil Türk çocuğu ne mutlu sana,

Sen hayat verdin kanınla millî kurtuluş savaşına.
Yüce kahramanlığın nakşedildi cihanın her yanına,
Selam duruyor milletler senin şu millî bayrağına.

Bastığın şu yerler senin şanlı şehitlerinle dolu.
Düşmanlar taciz edemez yüce kahramanların ruhunu.

Şanlı şehitlerin sarılmış kurtuluş bayrağına,
Bu ne ulvi şereftir gömülmek ecdad toprağına.
Yurtta hürriyetin, istiklâlin rüzgârı esiyor,
Kahraman mücahitler şu pis esareti deviriyor.

Bu şanlı millî istiklâl savaşından asla dönülmez!
Karşımıza çelik ordular da çıksa, bizi ürkütemez!

Biz, millî istiklâl için Meriç’i, Karasu’yu aştık,
Bütün müstevlileri ezerek, yenerek hedefe ulaştık.
Balkanlarda şanlı bir cumhuriyet çığırını açtık,
İlk defa hürriyet meş’alesini biz yaktık.

Bu bayrak dalgalanacak, cumhuriyet yaşayacak!
Karşımızdaki düşmanlar bizden ürküp kaçacak!

Binlerce yıl hür yaşayan bir milletin torunlarıyız,
Şu steplerin kurdu, arslanı, göklerin kartalıyız.
Mücahitlerin hamlesi her zaman fırtınalar andırır,
Savaşta heybetimizin dehşetinden düşmanlar bayılır.

Batı Trakya Cumhuriyeti yaşayacak, yaşayacak!
Terakkimizin karşısında milletler şaşıracak!

Ey şirin Batı Trakya!… İşte nihayet esaretten kurtuldun,
Ey düşmanlar!… Sanmayın savaşlardan bu millet yorgun.
Cumhuriyetin yüce bayrağı her an bu yurtta dalgalanacak,
Şu bütün Batı Trakyalılar kıyamete kadar hür yaşayacak!

Topal Molla – Tarihten alınacak bir ders

Dün Afganistan’ın yaşadığı bu acı olayların tıpkı benzerini bugün Türk milleti olarak bizler yaşamaktayız. Haini- Ajanı- Casusu görüyoruz, tanıyoruz ama maalesef kimseyi inandıramıyoruz.

İslamı bilen ajanlar yetiştirerek Müslümanların kullanma oyunu sadece Türkiye Müslümanları üzerinde oynanan bir oyun değil. Geçmişte Afganistan’da uygulanmış olan Topal Molla Devrimi, bu emperyal oyunlara ilginç örneklerden birisidir.

ŞEYH UÇMAZ MÜRİD UÇURUR
1919 yılında Afganistan’ın yönetimini İngilizlerden bağımsız yürütme hakkını Ravalpindi savaşı ile kazanan Emanullah Han, 1923’de kendisini Afgan Emiri ilan eder.

1920 yılında, Afganistan’da Topal Molla lâkabıyla tanınan bir zat ortaya çıkar ve önce bir tekke kurar. Hemen ardından kendi adamlarını Afganistan’ın dört bir yanına salarak “şöyle büyük bir evliya, böyle büyük bir ulema” şeklinde reklamını yaptırır.

Afganistan üzerinde ekonomik yaptırımlarını kaybetmek istemeyen İngiltere, Lawrence tipi bir İngiliz ajanını görevlendirir. İngiliz Ajanla birlikte görevli gelen diğer ajanlar,Topal Molla lakabı verilen ajan hakkında kerametler anlatmak üzere bölgeye dağılırlar.

BİR YILDA BİNLERCE MÜRİD, 3 YILDA YÜZBİNLERCE
Köy köy, kasaba kasaba gezerek Topal Molla’nın kerametlerini anlatırlar. Bir yıl gibi kısa bir süre içerisinde binlerce müridi olur Topal Molla’nın. 3 yıl içerisinde sayısı yüz binleri aşan mürid toplar etrafına. Üç yıl gibi çok kısa bir zaman içinde Topal Molla’nın müritlerinin sayısı 200 bine ulaşır ve 1925 yılına gelindiğinde daha da artarak 300 bini aşar.

VE MÜRİTLERİNİ EMANULLAH HAN’A KARŞI KIŞKIRTIR
Topal Molla.Tarikat şeyhi olarak geniş bir çevre ve etki alanına sahip olduktan sonra ülkesini bağımsız yönetmeye çalışan Emir Emanullah Han’a karşı, müridlerini kışkırtır

Devlet yönetiminde yolsuzluk yapıldığını, ahlaksızlık ve israfın çok olduğunu, hükümete ve başında ki krala karşı mücadele etmenin Farz olduğunu anlattığı müridleriyle beraber ülkeyi iyice karıştırır.

Topal Molla, istediği güce ulaşınca Afgan emirine karşı ayaklanma başlatır. Bir yıl içinde büyük katliamlar yapılarak oluk oluk kan akıtılmış, Afgan Kralı Emanullah’ın ülkesinden kaçmaktan başka çaresi kalmamıştır.

KAÇAN EMANULLAH HAN HAVA LİMANINDA TOPAL MOLLA İLE KARŞILAŞIR
Emir Emanullah Han bu şahsın ‘ajan’ olduğunu bildiği halde, halkına bunu söyleyemez. Ülkede kardeş kanı dökülmeye başlayınca, halkı karşısına almaktan ve daha çok kan dökülmesinden çekinen Emanullah Han 1929’da ülkesini terk eder.Bir daha da ülkesine dönemez.

Emanullah Han, Kabil Hava limanında İtalya’ya gitmek üzere uçağın hareketini beklerken, bastonlu, İngiliz tipi takım elbiseli, beyaz şapkalı sarışın bir adam yanına yaklaşır.

Bu kişi Emanullah Han’ı selamlar ve hemen sorar; Beni tanıdın mı ?

Ben o meşhur Topal Mollayım. Afganistan’ı karıştırmakla görevliydim, görevimi başarıyla bitirdim ve şimdi İngiltere’ye dönüyorum’’ ‘Benim ajan olduğumu bildiğin halde neden bunu halkına söylemedin? Bu benim en büyük korkumdu, ama sen bunu bile yapamadın! Bildiğin halde neden sustun’.

Ülkesini terk etmek zorunda kalan Emir Emanullah Han, ‘Söyleseydim daha da kötü olayların olabileceğinden korktum. Çünkü halkımın size olan güveni çok fazlaydı’ der.‘’Ben senin İngiliz ajanı olduğunu ve hangi görevle Afganistan’a gönderildiğini çok iyi biliyordum. Sen, halkımı öylesine etkilemiştin ve onların gönüllerine girmiştin ki senin İngiliz casusu olduğuna onları inandırmamın imkânı yoktu’’

İngiliz ajanı Topal Molla, sarığını, fesini atmış, uzun sakallarını kesmiş, başında İngiliz fötr şapkası, boğazında gayet kibar kravatıyla, kazandığı zaferin mağrurluğu için de İngiltere’ye yola çıkmıştı.

Bu olayı İngiliz ajan Topal Molla’nın hatıralarında anlattığı yazılır.

Dün Afganistan’ın yaşadığı bu acı olayların aynısın bugün Türk milleti olarak bizler yaşamaktayız. Haini- Ajanı- Casusu görüyoruz, tanıyoruz ama maalesef kimseyi inandıramıyoruz!

Hainliğin ve ihanetin Arapçası

Şerif Hüseyin’in 6 oğlu ve 3 kızı vardı. Altı oğlunun en meşhurları Suriye ve Irak kralı olan oğlu I. Faysal, Ürdün kralı olan oğlu I. Abdullah ile Mekke’nin büyük Şerifi ve Hicaz kralı olan oğlu Ali’dir.

İHANETİNİN BEDELİNİ AĞIR ÖDEDİ

Şerif Hüseyin ve çocukları yaptıkları ihanetin bedelini ağır ödediler. Arap coğrafyasını Osmanlı’dan koparan Şerif Hüseyin sürgünde öldü. Bir oğlu ameliyat masasında kaldı, biri otomobil kazasında öldü, bir diğeri paramparça edildi. Kurşunlanan da oldu, deliren de.

Bilindiği üzere ittihatçıların Abdülhamid Han’ı devirmesinden hemen sonra göz hapsinde tutulan Şerif Hüseyin İstanbul’dan Mekke’ye gönderilmişti.

Şerif Hüseyin bir yandan Mekke’de Arapların tek kralı/emiri olmak adına Suudi ve Vahabilerle çarpışırken bir yandan da Cemal Paşa’nın yanında görev yapan oğlu I. Faysal’dan aldığı istihbarat bilgileri ve Lawrence’in de desteği ile Osmanlı’ya karşı isyan hazırlığına girişiyordu.

BÜYÜK ARAP İSYANI HAYALİYDİ

Şerif Hüseyin, burada İngiliz kaynaklı bazı ayaklanma faaliyetlerinde bulunmuş ve bölgeyi kısa sürede alt üst etmişti. Birinci Dünya Savaşı’na giren zor durumdaki Osmanlı’yı içten çökertmek isteyen İngilizler, Lawrance üzerinden planlar kurgulattırmış ve Hz. Muhammed’in soyundan geldiği iddia edilen Hüseyin’in hep istediği “büyük Arap isyanı” hayalini Lawrance’nin sağladığı finansman ile gerçekleştirmişti.

Arap İsyanı hayali için harekete geçen Şerif Hüseyin, yoldaşı Lawrance’dan aldığı altınlar ile bölgede ayaklanmaya teşvik hareketi başlattı. 1916 yılında kendini Hicaz kralı ilan eden Hüseyin, sonrasında “isyan” ve “cihad” bildirisi yayınlayarak ‘‘…Türkler dinden çıktılar. …Araplar’ın Türkler’e karşı cihadı farzdır…’’ diyordu.

MÜSLÜMANLARI MÜSLÜMANA VURDURMAK İÇİN HAREKETE GEÇTİ

Yani Hüseyin, haçlıların İslam’a açtığı savaşta Müslümanları, Müslümanlara vurdurmak için harekete geçmişti.
1916 tarihinde Çanakkale’de hezimete uğrayan İngiltere ve Fransa Osmanlı’nın başına çorap örmek amacıyla beraber anlaşarak Arap halkı üzerinde kışkırtmalarda bulunup Osmanlı’ya karşı isyan hazırlıkları yapıyordu.

Bunların ilk hareketi Hicaz Emiri Şerif Hüseyin’in Lawrence ile beraber hareket ederek Osmanlı’ya saldırmalarıydı. Diğer hareket de Şerif Hüseyin’in İngiltere’nin Mısır Valisi McMahon ile yazışmalarla anlaşarak bir Arap birliği oluşturmaya çalışıyorlardı.

İngiltere’nin Mısır birlikleri Şam’ı işgal edince I. Faysal ağzının suları akarak Şama gelmişti. Krallık hayalleri ile gelen Faysal İngiltere ve Fransa’nın aralarındaki sözleşme sonrasında Suriye Fransızlara kaldı.

MUSUL VE KERKÜK İNGİLİZ MANDASINA BIRAKILDI

Ancak Faysal bunu kabul etmiyordu. Faysal, İngiltere’nin de desteğini alarak 5 Ekim’de General Allenby’nin izniyle bir Arap hükümeti kurduğunu ilan etti. Fransızlar İngiltere tarafından aldatıldıklarının yeni farkına varmışlardı.

Paris Barış Konferansında alınan bir kararla Suriye Fransızlara terk ediliyor ancak Musul ve Kerkük İngiltere Mandasına bırakılıyordu. Bu yüzden Faysal’a teslim olması teklif edildi. Faysal dirense de kısa süreli bir topçu atışları ile Faysal Fransızlara teslim olmayı kabul etti.

İngiltere’ye çağrılan Faysal’a Irak Krallığı teklif edildi. Faysal, İngilizler tarafından Irak’ta kurulan yeni krallığın başına geçirildi ve Irak’ın ilk kralı oldu. İngiliz destekçilerin sayesinde sağladığı bu avantajın tarihi Ağustos 1921. Tam da Sakarya Savaşı öncesi…

İYİKİ FAYSAL SATILIK ADAMDI, MUSTAFA KEMAL KURMAYLARINA İNGİLTERE’YE KARŞI FRANSIZLARI KIŞKIRTTI

İyi ki Faysal bu kadar satılık bir adamdı. Aksi takdirde Mustafa Kemal Paşa, Fransızları, İngilizlere karşı kışkırtamayabilir ve Lozan’a kadar Fransız desteğini alamayabilirdi. Nitekim Faysal, Cihan Harbi sonrası Fransızlara bırakılan Suriye’de bağımsızlık ilan etmiş ve tarihinde ilk kez Fransızlara karşı savaş açmıştı.

Elbette bu savaşı kaybetti. Fakat gelin görün ki Cihan Harbi’nde Fransa’nın en yakın müttefiki olan İngiltere, bu satılık herifin elinden tutup ve Irak’ın başına getirmişti. Buna karşılık Mustafa Kemal Paşa, kurmaylarını derhal Fransa’ya göndermiş ve İngiltere’ye karşı Fransa’yı kışkırtmıştır.

FAYSAL KAZIĞINA KARŞI FRANSA KEMAL PAŞAYI DESTEKLEDİ

Fransızlar, İngilizlerin yaptığı bu yamuğu, attığı bu kazığı asla unutamadı ve Türklere olan yakın politikasından asla taviz vermedi. Faysal kazığına karşılık Fransızlar, Kemal Paşa’yı desteklemişti. Buna Lozan süreci de dahildir. Bu olaylar, bizzat Kemal Paşa’nın dehasının, devlet adamlığının, askerî ve uluslararası kabiliyetinin bir eseridir. Bunu başka bir isim yapamaz, cesaret bile edemezdi.

Şerif Hüseyin’in diğer oğlu I. Abdullah da babasına yardımcı olarak onun Mekke Şerifi ve Hicaz Emiri olmasında katkılarda bulunmuştu. 1916-18 Arap İsyanı sırasında I. Abdullah Güney Cephesi Arap kumandanı olarak atanmıştır. I. Abdullah görevine 10 Haziran 1916 tarihinde Osmanlı Birliği’ne Taif saldırısı yapılırken başlamıştı.

Osmanlı Birliği 3000 kişiden ve 75 adet ağır tüfekten oluşmaktaydı. I. Abdullah 5000 kişilik kabile mensuplarını üzerlerine saldırttı ancak onlara tam saldırı kapasitesi ile saldıracak silahlar vermedi. Bunun yerine şehri kuşattı. Temmuz ayında Mısır’dan, Mısır ordusu mensuplarından oluşan bir takviye kuvvet onlara destek vermeye geldi.

16 Temmuz günü, topçu atışları başladı ve 22 Eylül 1916 tarihinde Osmanlı Birliğinin teslim olmaktan başka çaresi kalmamıştı. Daha sonra Medine kuşatmasına katılmış ve Güney ve Kuzey tarafından 4000 kişilik bir kuvvet ile Medine’yi kuşatmıştır.

OSMANLIYA GÖNDERİLEN 20.000 PAUND DEĞERİNDEKİ ALTINA EL KOYDULAR

1917 yılının başlarında, Çöl’de bir Osmanlı Konvoyunu pusuya düşürerek Bedevi kabilelerinden Osmanlı Padişahına gönderilmek istenen 20.000 pound değerindeki altına el koymuştur. 1917 Ağustos’unda ise, I. Abdullah Hicaz Demiryolu’nu sabote etmek üzere Fransız kumandan Muhammand Ould Ali Raho ile yakın işbirliği içerisine girmiştir.

I. Abdullah’ın İngiliz Kumandan Lawrence ile ilişkileri iyi değildi ve Lawrence Hicaz’daki zamanının çoğunu Kuzey Cephesi Arap Kumandanı I. Abdullah’ın kardeşi I. Faysal’a hizmet ederek geçiriyordu. 1921 tarihinde İngiltere tarafından Ürdün Kralı olarak atandı.

OSMANLIYA KILIÇ ÇEKMEMELİYDİM, LANETE UĞRADIM

Gazeteci Murat Bardakçı’nın 1999 yılında kaleme aldığı bir köşe yazısına Hüseyin’in akıbeti ve büyük korkusu şu sözlerle ifade edildi:

“Kendisi için rivayet edilen bir kıssada ölüm döşeğinde sayıklarken “Osmanlı’ya kılıç çekmemeliydim” dediği ve lânete uğrama endişesi içerisinde olduğu belirtilirken, bu pişmanlık ve endişe dolu cümleler yıllar sonra haklılık payını ortaya çıkardı.

Kendisinden sonra tahta geçen çocuklarıyla torunlarının hiçbiri yataklarında can veremedi…”
Daha öncesinde Hüseyin’in yaşamı sırasında yine Lawrance ve İngilizlerin desteği ile Suriye Kralı yapılan Faysal, Irak’ta da krallık yapmış, 1933 yılında İsviçre’de girdiği basit bir cerrahi müdahale sırasında hayatını kaybetmişti.

Yerine geçen oğlu Gazi’nin hükümdarlığı altı sene devam etti ve o da 1939’da bir otomobil kazasında can verdi.
Gazi’nin oğlu İkinci Faysal ise, 1958’deki darbede ailesiyle beraber parça parça edildi.

İngilizler’in Şerif Hüseyin’in çocuklarına peşkeş çektiği Arap toprakları da yine o kavime yâr olmadı. Hüseyin’in 1921’de Ürdün Kralı ilan edilen oğlu 1951 yılında Kudüs’te kurşunlanırken, onun da oğlu olan Talâl akıl hastalığı geçirerek delirdi ve tahttan indirilerek yerine Hüseyin getirildi.

Meczup kral İstanbul’a yollanırken, Ortaköy Şifa Yurdu’na kapatıldı ve 1972’deki ölümüne kadar tam 19 sene orada yaşadı.
Ve bu topraklar hala ihanetin, hainliğin bedelini ödemekteler.

OKUMAKTAN PİŞMAN OLMAYACAĞINIZ TARİH YAZILARI
*Arapların Türklere Yaptığı Katliamlar ve İhanetler
*Arapların Osmanlıya cihad ilanı
*İslam Öncesi Kız Çocuklarının Diri Diri Gömüldüğü Gerçek mi?
*Suudi Hanedanın Tarihi Belgelerle Yahudi Olduğu Kesinleşti!

Yirminci asrın vahşeti “Hocalı Katliamı”

Tarihin gördüğü en kanlı katliamlarından olan ve Ermenilerce çocuk, kadın, yaşlı 613 Azerbaycan Türküne karşı uygulanan Hocalı Katliamı, üzerinden 27 yıl geçmesine rağmen yüreklerdeki acısını ilk günkü gibi koruyor. Ermeniler tarafından işgal edilen Dağlık Karabağ bölgesindeki Hocalı kasabasında gerçekleştirilen katliamın kurbanları, vahşetin yıl dönümünde anılıyor. İşte, insanlık tarihinin gördüğü en büyük vahşetlerden Hocalı Katliamı’na ilişkin bilgiler…

HOCALI’DA NE OLDU?

Karabağ’ın başkenti olarak kabul edilen Hankendi şehrini Aralık 1991’de işgal eden Ermenilerin bir sonraki hedefi, bölgenin tek havaalanına sahip ve stratejik önem taşıyan Hocalı’yı ele geçirmekti. Ermeni güçlerinin ablukaya aldığı Hocalı, 936 kilometrekarelik alana sahip, 2 bin 605 ailenin, toplam 7 bin kişinin yaşadığı bir kasabaydı.

Hocalı’nın etrafındaki bütün köy ve yolları tek tek ele geçiren Ermeni güçleri, kasabanın diğer illerle kara yolu bağlantısını kesti. Hocalı’nın diğer bölgelerle tek izmir escort bayan bağlantısı olan helikopter ulaşımı, 28 Ocak 1992’de Şuşa Ağdam seferini yapan helikopterin Ermeniler tarafından vurulmasıyla ortadan kalktı. Olayda, çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan 44 sivil hayatını kaybetti.

Ocak ayının başlarından itibaren elektrik verilmeyen Hocalı’nın savunması sadece hafif silahlara sahip yerel savunma güçleri ve az sayıdaki milli ordu askerinden ibaretti. 25 Şubat 1992’den itibaren Hocalı’ya saldırıya başlayan Ermeniler, bölgede bulunan Sovyet ordusuna bağlı 366. Zırhlı Alayı’nın bütün araçlarını kullanarak şehri iki saat boyunca top ve tank ateşine tuttu. Saldırıdan bir gün sonra ise hafızalardan yıllarca silinmeyecek “Hocalı Katliamı” yapıldı.

Resmi verilere göre, Hocalı Katliamı’nda savunmasız durumdaki 106’sı kadın, 63’ü çocuk 613 Azerbaycan vatandaşı hayatını kaybetti. Katliamdan 487 kişi ağır yaralı kurtulurken, Ermeni güçleri bin 275 kişiyi rehin aldı. Bunlardan 150’sinden haber alınamadı.

HAFIZALARDAN SİLİNMİYOR

Katliamda 8 aile tamamen yok edildi, 25 çocuk her iki ebeveynini, 130 çocuk ise ebeveynlerinden birini kaybetti. Azerbaycan ile Ermenistan arasında 1992 yılında yaşanan savaşta Ermeni güçlerinin Hocalı’da 613 sivili öldürdüğü katliamdan kurtulanlar, o günlerde yaşadıkları işkenceleri hafızalarından silemiyor.

Ermenilerin kadın ve çocuk ayrımı gözetmeksizin yaptığı katliamda birçok aile tamamen yok olurken, bazı aileler de üyelerinin bir kısmını kaybetti. Katliamdan kurtulanlar, yaşadıkları işkencelerin ve yakınlarını kaybetmenin acısını bugün de hatırlıyor.

SİVİLLER TOPLU ŞEKİLDE KATLEDİLDİ

Azerbaycan Askeri Savcılığının, Ermenilerin 26 Şubat 1992’de yaptığı Hocalı Katliamı’yla ilgili soruşturma dosyası, katliamın dehşetini ortaya koyuyor. Katliamdan kurtulmayı başaran 2 bin 213 kişinin soruşturma dosyasındaki ifadesi, 800’den fazla ekspertiz raporu ve diğer kaynaklardan edinilen bilgiler, Ermenilerin sadece işgalle yetinmediğini, sivilleri toplu şekilde katlettiğini kanıtlıyor.

Soruşturma dosyasında Hocalı katliamını yapan Ermenistan ordusu subaylarının yanı sıra, Sovyet ordusunun o zaman bölgede bulunan 366. Motorize Alayının çoğu Ermeni kökenli 38 üst düzey subayının da ismi yer alıyor. Dosyada ismi geçen subaylar savaş suçları işlemekten sorumlu tutulurken Azerbaycanlılar, savunmasız 613 sivili katleden canilerin adalet önünde hesap vermesini talep ediyor.

KATLİAMA GİDEN SÜREÇ

Soruşturma dosyasında, insanlık tarihine kara bir leke olarak yazılan katliama giden süreç de anlatılıyor. Ermeniler, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla 1991’in son günlerinde ablukaya aldıkları, bölgenin tek havaalanına sahip ve stratejik önem taşıyan Hocalı’yı ele geçirmek için harekete geçti.

Aylar süren saldırılarını 1992’nin 25 Şubat’ında yoğunlaştıran Ermeniler, gece, Sovyet ordusunun o zaman Hankendi’de bulunan 366. Motorize Alayının da yardımıyla üç koldan saldırdı. Ermeniler, sivilleri toplu şekilde katletti, esirlere acımasızsa işkence yaparak 20. yüzyılın en kanlı katliamlarından birine imza attı.

Daha önce 7 bin kişinin yaşadığı Hocalı’da savunmasız durumdaki 106’sı kadın, 70’i yaşlı, 63’ü çocuk 613 Azerbaycan vatandaşı hayatını kaybetti. Katliamdan 76’sı çocuk 487 kişi ağır yaralı olarak kurtuldu, Ermeni güçleri bin 275 kişiyi esir aldı, bunların 150’sinden bugüne kadar haber alınamadı. Katliamda 8 aile tamamen yok edildi, 25 çocuk her iki ebeveynini, 130 çocuk ise ebeveynlerinden birini kaybetti. Azerbaycan devletinin işgal nedeniyle uğradığı zarar ise 170 milyon doları buldu.

İŞKENCEYE MARUZ KALDILAR

Katledilenlerin adli tıp muayeneleri ve şahit ifadeleri, Hocalı sakinlerinin kafa derisinin soyulması, kurak, burun, cinsel organlarının kesilmesi, gözlerin çıkartılması gibi kadın, yaşlı ve çocuk ayrımı yapılmaksızın akılalmaz işkencelere maruz kaldığını açıkça kanıtlıyor.

Katliam kurbanları arasında boynu vurularak, yakılarak katledilenlerin yanı sıra karnı süngülenen hamile kadınlar da var. O dönemde çekilen görüntüler ve fotoğraflar da katliamın büyüklüğünü ortaya koyuyor.

Azerbaycan’a göre, Hocalı’da yaşananlar, 1949 Cenevre Sözleşmeleri’nin, Birleşmiş Milletler’in (BM) Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi, Sivil ve Siyasi Haklar Sözleşmesi, İşkenceye ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı veya Onur Kırıcı Muamele veya Cezaya Karşı Sözleşmesi, Çocuk Hakları Sözleşmesi gibi çok sayıda sözleşmenin ciddi ihlali anlamına geliyor.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 22 Nisan 2010 tarihli kararında, Hocalı’da yaşananlar, savaş suçları veya insanlık aleyhine suçlarla eşdeğer eylemler olarak görülüyor.

Ankara Tiftik keçisine İngiliz oyunu

Süleyman Şah 1229’da ölünce, oğulları Kayseri’den Ankara’ya kadar uzanan bölgede tiftik keçisi sürüleriyle yayılıp yerleştiler ve bu bölgeyi yurt edindiler. O günden başlayarak Ankara ve çevresinde halk tiftikten ipek gibi kumaşlar dokudu. Türklerin dokuduğu tiftik kumaşın ünü Ankara’dan tüm dünyaya yayıldı ve tiftik keçisi dünyada Ankara Keçisi(Angora Goat) adıyla anılmaya başladı.

İngiltere 1583’te Türk dokumacılığının sırlarını çalmakla görevlendirdiği ajanlar gönderiyordu.

Bu ilginç olay Sadri Ertem’in Çıkrıklar Durunca adlı kitabında detaylı bir şekilde ve belgeyle anlatılmaktadır.
Bu belgede: “26 Şubat 1583 tarihinde Sir William Harborne tekrar İstanbul’a geldi. Bu kez kraliçenin korumasında bir ticaret kuruluşunun bir temsilcisi olarak değil, tam yetkili bir İngiliz Elçisi olarak gelmişti.

Kraliçe Elisabeth, politik faaliyetlerinin yanısıra Elçi’nin Türkiye’de bazı ticari ve teknik olguları öğrenmesini ve İngiltere’ye getirmesini istiyordu. Bu konular ve işlevler şunlardı…diye başlıyor ve Kraliçe’nin bu İngiliz Elçisi’ni Osmanlı topraklarına bir kumaş, iplik, boyama ve dokuma sanayii casusu olarak gönderdiğini gösteren buyruklarını sıralıyordu.” 14 madde halinde sıralanan bu buyruklardan 4’ü şunlardı:

1-Türkiye’de kumaşları maviye boyamada kullanılan çivit otunun tohumu(anile) ve fidanı İngiltere’ye getirilecek.
2- Türkiye’de kumaş boyamakta kullanılan bütün otlar, yaprakları, tohumları veya kabukları, yahut odunu boyacılıkta kullanılan bütün ağaçların tohumu veya fidanı, bu işte kullanılan bütün bitkiler ve çalılar İngiltere’ye getirilecek.
3- Boyacılıkta kullanılan maddelerden başka, boyama sanatı da öğrenilecek.
4- Cezayir ve Tunus için yapılan şapkalarımız için pazar aranacak. Çünkü halkımıza büyük kazanç sağlayabilir.

Hamit Dereli’nin 1951 yılında yayımlanan “Kraliçe Elizabeth Devrinde Türkler ve İngilizler” adlı kitabında ise şöyle yazıyordu : “Buna benzer diğer birçok belgelerden anlıyoruz ki, o dönemde Türkiye’de dokumacılık ve boyacılık sanatları pek ilerlemişti. Onaltıncı yüzyılda İngilizlerin bütün çabası kumaşlarını ve boyalarını ıslah etmek, satışlarını artırmak, kendi sanayi ürünleri için geniş pazarlar bulmak üzerine yoğunlaştırılmıştı.

Kraliçe Elizabeth’in 1583’te elçiye verdiği ‘Türklere kenarsız kırmızı bir tür İskoç şapkası = Fes giydirme buyruğunu İngilizler 250 yıl boyunca unutmamışlar ve sonunda 1832’de, II. Mahmut döneminde Türklere bunu giydirmeyi başarmışlardı.

Kraliçe’nin Osmanlı’ya gönderdiği elçiye verdiği görevler arasında, Türk dokumacılık bilgi ve teknolojisinin çalınmasından başka, iki Türk kumaş boyama ustasının ne pahasına olursa olsun İngiltere’ye getirilmesi de vardı. Osmanlı Dokumacılığının Sonu Osmanlı’nın. 1837’de, 18 yaşındaki Victoria, İngiltere Kraliçesi olarak tahta çıkarken, Osmanlı iç ayaklanmalar ve Mehmet Ali Paşa isyanıyla uğraşmaktaydı.

Kraliçe Victoria, Fransızlarla işbirliği yapıp İngiliz mallarının Mısır ve Suriye’de satılmasını yasaklayan Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’ya karşı, Osmanlı Padişahı II. Mahmut’la 1838 Balta Limanı Antlaşması imzalayarak, Osmanlı tahtının Mehmet Ali Paşa’nın eline geçmesini önlemek karşılığında, İngiliz mallarına uygulanan gümrüğü kaldırtmış ve böylece bir yandan Osmanlı pazarını ucuz İngiliz fabrika kumaşlarıyla doldurarak Türk yerli dokuma sanayisini yok etmeye yönelirken, bir yandan da ham tiftik ve damızlık tiftik keçisinin yabancılara satışını önleyen yasakları delmişti.

Gavura damızlık vermek uğursuzluktur

1838 Balta Limanı Antlaşması’ndan sonra, İngiliz Albay Handerson Ankara’dan seçtiği damızlık tiftik keçilerini Güney Afrika’da özel olarak kurulan İngiliz çiftliklerine götürmüş, çoğaltmış ve böylelikle 1856’ya gelindiğinde İngiltere, Osmanlı’nın 1838’e dek kıskançlıkla koruduğu tiftik kumaşı tekeline son vermişti. “Gavura damızlık vermek uğursuzluktur” diyen Türkmenler direnirler vermemek için. İngiliz misyoner elindeki padişah fermanına güvenerek, Osmanlı zabitleriyle birlikte damızlıkları zorla almaya kalkar.

Osmanlı İngiliz’e damızlık vermeyen Türkmenlerin üzerine ordu gönderir

Bunun üzerine Türkmenler silaha sarılırlar. Haber duyulur ve silahlanan Türkmenlerin sayısı onbinlere varır. Osmanlı İngiliz’e damızlık vermeyen Türkmenlerin üzerine ordu gönderir. Üç yıl süren direniş kanla bastırılır ve İngiliz’e istediği damızlık Ankara keçileri verilir.

İngiliz, tiftik keçilerini siyaha boyayarak kaçırır

İngiliz, isyancıların dinmeyen öfkesinden korunmak için tiftik keçilerini siyaha boyayarak kaçırır ve limana ulaşıp Güney Afrika’ya doğru yola çıkar. Böylece, 1220’lerde Süleyman Şah’ın Türkistan’dan Anadolu’ya getirdiği tiftik keçileriyle, Osmanlı-Türk Tiftik Kumaş tekeli üzerinde yükselen Osmanlı İmparatorluğu, 1838’de bu tekeli İngilizlere kaptırıp elinden kaçırmakla kendi sonunu da belirlemiş oluyor ve Ankara Keçisi’ne İngiliz damgası vuruluyordu(British Angora).

Ankara tiftik keçisinin öyküsü konomik alanda çöküşün başlamasının hazin bir örneği

Osmanlı tarihi sadece savaşlar, meydan muharebeleri tarihi değildir. Bu nedenle Atatürk, Cumhuriyet döneminde kendi kurduğu Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nce yazılan ve 1931-1941 arası okullarda okutulan tarih kitabında, Osmanlı’nın Batı’ya askeri olarak üstün olduğu yüzyıllar boyunca, aynı zamanda ekonomik ve bilimsel olarak da üstün olduğu gerçeğini özellikle vurgulamış, çöküşün askeri alandan önce ekonomik, bilimsel ve teknolojik alanlarda başladığı açık ve kesin biçimde ortaya konulmuştur. İşte Ankara tiftik keçisinin öyküsü de ekonomik alanda çöküşün başlamasının hazin bir örneğidir…

Arapların Türklere Yaptığı Katliamlar ve İhanetler

OSMANLI SALTANATINI YIKMA ZAMANI GELDİ

Emir Hüseyin’in oğlu Faysal, Araplara şu bildiriyi yayımlar: “…Uyanınız! Elele vererek, Osmanlı saltanatını yıkma zamanı geldi.”  Emir Faysal’ın 11 Ağustos 1919 günlü mektubu:

“Bütün Müslümanların gözleri İngiltere’ye dikilmiştir. Türk-Müslüman İmparatorluğu’nun yıkılmasında asıl kuvvet olan Araplar, şimdi ödüllerinin ne olacağını bilmek istiyorlar.”

Mekke Emiri Hüseyin, 11 Mart 1917’de Bağdat’ı ele geçiren General Mod’a, “Bağdat’ı Turanilerden (Türklerden) kurtardığı için Allah’a şükrettiğini, İngilizlerin başarılarına duacı olduğunu” bildirecektir.

“Her kim Türk’lerden baş getirirse yüz dirhem vereceğim.” İmdi müslümanlar bir bir Türk’lerin başını kesip getirip 100 dirhemi aldılar ve Türk’leri dağıtıp hesapsız kırdılar ve mübaleğa ile mal ve ganimet alıp yine dönüp Merve geldiler.

Yaz gelince Kuteybe, Horasan şehirlerine nameler gönderip asker topladı. Sonra göçüp Talkan a vardı. Şehrek ki Talkan meliki idi. Neyzekle müttefik idi. Kuteybe nin geldiğini işitince kaçtı. Kuteybe Talkan’a girdiği vakit hükmetti ki ahalisini kılıçtan geçireler. Nekadar kırabilirlerse kıralar. Bunun üzerine Kuteybe’nin askeri orada hesapsız adam öldürdü.

HEPSİNİ ÖLDÜRÜN ! HEPSİNİ ÖLDÜRÜN !

Kuteybe dedi: “Vallahi eğer benim ömrümden üç söz söyleyecek kadar zaman kalmış olsa bunu derim ki (Uktülühü uktülühü uktülühü). (Hepsini öldürün, hepsini öldürün, hepsini öldürün)”

Bunun üzerine Neyzek’i ve iki kardeşi oğulları ki biri Sol ve biri Osman dır. Ve yine o kendisi ile mahsur olanların hepsini öldürdüler. Hepsi 700 adam idi. Buyurdu başlarını kesip Haccac’a gönderdiler.

Rivayet ederler ki 4 fersenk yol iki taraftan muttasıl ceviz ağacı dallarına adamlar asılmış idi. Oradan göçtü. Mervalarüd?e kondu. Oradaki melik kaçtı. Kuteybe onun da iki oğlunu tuttukta kalan şehrin beyleri itaat edip istikbale geldiler.

Ganimet malının beşte birini Haccac’a gönderip semerkant’ın fethini de ilan etti. Haccac da bu haberi işitip sevindi. kuteybe tekrar Merv’e döndü. Kardeşi Abdullah’ı Semerkant’a emir yaptı. Askerlerinin bir miktarını onun yanında bıraktı ve gereği kadar harp aleti verip, abdullah’a dedi:

“kafirlerden ( ki Türkler oluyor) hiç kimseyi semerkant’a girmeye bırakma, ancak eline bir parça balçık ver ve o balçığın üzerine mühür vur.”

ÖLDÜRÜLEN TÜRKLERİN HADDİ HESABI YOKTU

Bu harblerden birinde, Et-Taberi’nin bütün tafsilatı ile anlattığına göre, bir defasında Abdurrahman b. Müslim, Kuteybe’ye, 4000 esirle gelmişti.

Kuteybe, Abdurrahman’ın böyle kalabalık Türk esirleri ile geldiğini görünce hemen tahtının çıkarılmasını ve bir meydana kurulmasını istedi. Tahtının üzerine mağruru bir eda ile oturan Kuteybe, bu Türk esirlerinden bin tanesini sağına, bin tanesini soluna, bin tanesini arkasına ve bin tanesinide önüne dizilmelerini söylemiş ve sonrada Arap askerlerine dönerek yalın kılıç bu Türklerin kafalarının koparılmasını emretmiştir.

Cebbar, zorba, insafsız Arap komutanının etrafının bir anda bu Türklerin kafa kol ve gövdeleri ile bir kan gölü haline geldiğinden hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. Bu harblerde öldürülen Türklerin haddi hesabı yoktu.

VAHŞETTEN GURURLANDI

Nitekim bu vahşetten adeta gururlanan bir Arap şairi Kaah el-Aşkari şöyle haykırmıştır;
“Kazah ve Facfac önlerinde korkudan birbirlerine sarılmış zavallı Türkleri öldürdüğünüz geceleri hele bir hatırlayınız. Herkesi kılıçtan geçirdiniz. Sadece ata dahi binmeyecek yaşta küçük çocuklar kaldı. Binenlerde o hırçın atların sırtında sanki bir yük gibiydiler.”

ÇANAKKALE SAVAŞINDA ARAPLAR ATEŞ ALTINDAKİ SİLAH ARKADAŞLARINI BIRAKIP KAÇTI

“… 57. Alay 180 yükseltili tepeyi, 27. Alay da Kırmızı Sırt’ın büyük bölümünü geri aldı. Ama sol kanattan haber gelmiyordu. Buraya yollanan 77. Arap Alayının, 27. Alayın soldaki taburuyla birlikte düşmanı denize doğru sıkıştırıyor olması gerekmekteydi.

Anzakların denize süpürülmesini bu baskı sağlayacaktı. M. Kemal cepheyi siper siper denetleyip askerinin ateş altındaki durumunu inceleyerek, gün doğarken Kocedere’ye gelecek, çok üzücü, çok şaşırtıcı bir olayla karşılaşacaktı. Çanakkale’de bir daha yaşanmayacak bir olayla…

Gün ağarıyordu… Telefon bağlanmadan, 77. Alayın 1. Tabur Komutanı Binbaşı Hacı Mehmet Emin Bey geldi. Gözleri ağlamış gibi kıpkırmızıydı.

-“Efendim” dedi, “… Utanç içindeyim. Ne yazık ki, alayımız çil yavrusu gibi dağılarak savaş alanından kaçmıştır…”
– “Ne diyorsunuz?”
-“… Alay komutanını bulamadım. Sizin buraya geldiğinizi duyunca bilgi sunmak için koşup geldim.”

Mustafa Kemal bu dürüst askeri Trablus’ta sömürgeci İtalyanlarla savaştıkları günlerden tanıyordu. Yanında kol komutanlığı yapmıştı.

Gece sol yandan neden bilgi gelmediği, Anzakların niçin denize sürülemediği anlaşıldı. Savaş alanından kaçmak, bağışlanabilir suç değildi. Hacı Mehmet Emin Bey’e, “Alayı Kocadere’nin batısında toplayınız…” dedi, “…Yine kaçan olursa vurunuz!”

Arap askerlerinin bazı halleri, tavırları, alışkanlıkları, tümende bulunan Türk askerlerini şaşırta gelmişti… Ama en çok da bu adamların çoğunun silah arkadaşlarını ateş altında bırakıp kaçmalarına şaştılar.

Bambaşka bir milletin ve çok farklı bir toprağın çocukları olduklarını yaşaya yaşaya her gün biraz daha iyi ve derinden anlamaktaydılar”

Turgut Özakman söz konusu dipnotları M. Kemal, Fahrettin Altay, Şefik Aker, İzzettin Çalışlar gibi Çanakkale Savaşlarında görev alan komutanların resmi raporlarına ve adı geçenlerin anı ve müşahedelerine dayanarak hazırlamıştır.

Sultan Mehmet Reşat, bir yandan Türk Ordusunu harekete geçirirken, diğer yandan da Halifelik sıfatını kullanarak 11 Kasım 1914 ten Cihad-ı Mukaddes (Kutsal Savaş)i ilan etmek suretiyle, ortak düşmana karşı İslâm âlemini birlikte savaşa katılmaya çağırmıştı.

Ancak Mekke Emiri Şerif Hüseyin, Hicaz da kutsal savaşa razı olmamıştı. Şerif Hüseyin in esas gayesi, Arapların Kralı olmak ve Halifeliği ele geçirmekti.

Kahire deki İngiliz Genel Valisi Sir Henry McMahon ile Şerif Hüseyin arasında Temmuz 1915 ayı içerisinde yapılan ilk pazarlıkta, kurulması tasarlanan Arap İmparatorluğu sınırının; Kuzey de Mersin, Adana, Birecik-Urfa-Mardin dâhil, İran sınırına kadar, Doğuda, Basra Körfezi, Güneyde, Aden üssü hariç Hint Okyanusu kıyısı, batıda ise Kızıldeniz-Akdeniz (Mersine kadar) kıyılarını kapsayacak şekilde olması görüşülmüştü.

HASTA TRENİNDEKİ BÜTÜN YARALI VE HASTA TÜRKLERİN HEPSİNİ ÖLDÜRDÜLER

Türk Ordusunun Eylül 1918 ayı içerisinde Tafas çekilme harekâtında Lawrence, kinini ve öfkesini kontrol edemez haldeydi.

Artık Türkleri hiçbir şeyin kurtaramayacağını biliyordu. Bütün benliği ile kendini o kanlı katliama vermişti. Korkunç çığlıklar atıyordu. Deli gibi bağırıyordu.

Süngülü bir Türk erinin yüzüne ateş etti ve yere yığılan ölüyü atına çiğnetti. Arap askerleri, Lawrence ın kışkırtmasıyla Dera da terkedilmiş bulunan bir hasta trenindeki bütün yaralı ve hasta Türkleri merhametsizce öldürmüşlerdir.

Türk Ordusu, Dera ve Şam istikametinde kuzeye doğru çekilirken Dera Tafas köyü civarında Lawrence, yanında bulunan Arap birliklerine;

“Savaşçılar! İçinizde en iyisi, en çok Türk öldürecek olandır. Esir almayacaksınız. Teslim olmak isteyeni öldüreceksiniz. Hepsini öldürün! Hepsini öldürün!” demiş, bunun üzerine Arap kumandanlarından olan Tallal, Auda ve Nasır da bedevi askerlerine aynı şekilde Esir almak yok! Bütün Türkleri öldüreceğiz! komutunu vermiş ve uygulamışlardır.

Ayrıca Tallal, çekilen Türk askerlerini takip ederken yolda halsiz bir şekilde uzanan su..Su diyen bir Türk askerinin başına ateş ederek onları öldürmüş, yol boyunca gücü tükenmiş diğer Türk askerlerini de adamları ile birlikte insafsızca katletmiştir.

Arap Kuzey Ordusu nun karşısında bulunan Cemal Paşa komutasındaki 4’üncü Türk Ordusu da, Deradan kuzeye Şam a doğru çekilmeye başlamıştır. Araplar; yol boyunca çekilen ve bitap düşen Türk askerlerine Lawrence’ın de kışkırtması ile insafsızca saldırıyor, onları arkadan hançerliyordu.

HAÇLILAR ZAMANINDA BİLE SIRT ÇEVİRDİLER
Haçlılar Suriye ye gelince Türklere karşı Mısırlılarla birleşmekte tereddüt etmediler. Haçlı ordusu Antakya da Türklere saldırdığı sırada, Mısır ordusu da yine aynı Türklerden Kudüs şehrini zaptediyordu.

Nihayet Türkler yenilip Antakya da alınınca, Haçlılar sevinçle Mısırlıların üzerine yürüdüler ve (Beyt-i Mukaddes)i ellerinden aldılar.

Fatimi Halifesi (Elmüstali Billah Ebu-l Kasım Ahmed)in Türklere karşı Haçlılarla birleşmeye neden gerek görmüş olduğunu Miladin 1097 olaylarından söz ederken işte söyle anlatır:

“Fatimiler kendi hakimiyet sahalarında ve özellikle Suriyede, Türklerin ne kadar ilerlemiş olduklarını görerek nihayet bu akını durdurmaya karar verdiler. Mustali o tarihten bir yıl önce Afdal’in komutasında büyük kuvvetler gönderip Haçlılar Türklerle savaştığı sırada onların da Türk fütuhatçılarına saldırmalarını emretti.?

Bu müthiş kin ve garezin feci tezahürleri Arap-Haçlı birleşmelerine münhasır kalmamış, Haçlıların Antakya önlerindeki ünlü yamyamlıkları Arapları sevindirmiştir!

Açlıktan muzdarip olan Haçlıların Arap yardımlarından önce Türk şehitlerini mezarlarından çıkarıp pişirerek kebap gibi yedikleri, tarihin daima korku ve lanetle anacağı bir vahşet hatırasıdır.”

Bir gün binbeşyüz şehit cesedi birden çıkarılmış ve bunlardan üçyüzünün mübarek başları kesilerek Mısırdaki ?Halife-i İslam ın haçlı ordugahında Türklere karşı birleşme yapmaya gelen hayasız elçilerine gösterilmiştir.

Ünlü haçlı tarihçisi Guillaume de Tyr, Historia de Rebus gestis in partibus transmarinis adlı Latince tarihinin onüçüncü yüzyıl Fransızca çevirisinin 1879 Paris baskısının birinci cildinin 165. sayfasında Arap elçilerinin bu görüntü karşısındaki halini şöyle anlatır:

“Mısır halifesinin elçileri henüz oradan hareket etmemişlerdi. Bu manzarayı görünce, düşmanlarının (Türklerin) ölmüş olmasından dolayı çok sevindiler…

Bütün cenazeler bir çukura atıldı ve kesik başlar da sayılıp ne kadar oldukları bilinmek üzere ordugaha getirildi. Yalnız Mısır Halifesinin Sefirlerine ait dört ata yüklenen başlar sahile göderildi.?”

Osmanlı hizmetindeyken Arap subay ve memurların büyük çoğunluğunun devlet aleyhinde faaliyette bulundukları ve bir bölüm kişinin daha etkin bir tutum içinde ajan görevi yaptıkları tespit edilmişti. İş bununla da kalmamıştır.

Meclis-i Umumî, yani Osmanlı Parlamentosu’nda bulunan Arap temsilcileri tam bir casus davranışı içine girmişler, Mekke Şerifi’ne yolladıkları mektuplarda Mekke’nin yönetimini derhal ele geçirmesini ve Arap başkaldırmasına öncülük etmesini istemişlerdir.

Birinci Dünya savaşı sırasında Medineyi korumakla görevli Fahrettin paşa ve askerleri, üç yıla yakın bir süre devam eden bu görevde kendi yiyeceklerini halkla paylaştıkları için yiyeceksiz kalırlar.

Fahrettin Paşa yiyecek sıkıntısı nedeniyle askere bir tamim yayınlayıp çekirge yemelerini bildirir. Kendisinin de çekirge yediğini ifade ederken, özel bir çekirge menüsünden de bahsederek tarifesini verir;

” Dün benim soframda çekirge tavası vardı. Arkadaşlarla yedik çok leziz idi. Hele zeytin yağlı ve limonlu salatası pek hoş oluyor. Eğer fazla çekirge toplayabilirseniz bana da gönderin” diye de not geçiyor.

ALTIN BULMAK İÇİN TÜRK ASKERLERİNİN KARINLARINI YARDILAR

Türk askerleri gıda konusunda kendilerini korudukları bedevilerden araplar dan hiç yardım görmezler. Tarih meraklıları bilirler, Araplar İngiliz oyunlarına inanınca topraklarındaki Osmanlıları çıkarmak için kalleşçe hep arkadan vurdular, Anadolu ya dönmek üzere yola çıkan askerlerimizin geçeceği yerlerdeki su kuyularına zehir attılar.

Hatta vahşetleri o boyutlara ulaştı ki silahsız savunmasız geri çekilen ve yaralılardan oluşan hastane tümenine saldırarak Osmanlı askerlerini bunlar altınlarını yutup midelerinde saklarlar diye karınlarını deşerek vahşice katlettiler.

1916 yazında Arap meselesi İngilizlerin lehine dönmüştü. İngilizler için sadece hazırlanan esaslar üzerinde faaliyete devam etmek kalıyordu. Araplar ile olan bu çatışma İngilizlerin o kadar işlerine yaradı ki, Mısır Seferi diye anılan bu seferin daha sonraki aşamalarında, İngilizler, sanki kendi memleketlerinde savaşıyorlarmışçasına müsait şartlar altında savaştılar.

Türkler ise kendi memleketlerinin bir kısmında doğrudan doğruya düşmanca duygular besleyen yerli halk arasında savaşmaya mecbur olmuşlardı.

TARİH YEMENDE ÖLEN TÜRKLERİN SAYISINI BİLMİYOR ! ÖĞRENMEKTEN ÜRKÜYOR !

Lawrens’in altınla satın aldığı, derleyip toparladığı Araplar, bütün yarımadada Osmanlı askerlerini ve Teşkilât-ı Mahsusa ajanlarını tek tek avlarlar. Bu toplu katliamlar, zaman zaman Lawrens’de bile tiksinti duygusuna yol açar.

Kitaplarda, belgelerde, gözlemlerden en çok Yemen`de yitirdiğimiz Türk asker sayısını aradım. Farklı rakamlar çıktı ortaya. Üzerinde birleşilen rakam 300 bin! Bir ansiklopedideki not ise kaybın büyüklüğünü anlatmak için rakamı gereksiz kılıyordu: Tarih, Yemende ölen Türklerin sayısını bilmiyor, öğrenmekten de ürküyor!?

Din kardeşi(!) saydığımız, birçok millete yeğ tuttuğumuz arapların, Türklere yapmış olduğu ihanetlerinin derlemesidir…

KAYNAKLAR
1.(Osman Özsoy, Saltanattan Cumhuriyete Kurtuluş Savaşı, s.19)
2.(Fahri Belen, 20. Yüzyılda Osmanlı Devleti, s.330)
3.(Erol Ulubelen, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, s.118)
4.(Fahri Belen, 20. Yüzyılda Osmanlı Devleti, s.303-304)
5.(Tarih-i Taberi / Cilt 3/ Syf-343)
6.(Tarih-i Taberi / Cilt 3/ Syf-343)
7.(Tarih-i Taberi / Cilt 3/ Syf-347)
8.(Tarih-i Taberi / Cilt 3/ Syf-344)
9.(Tarih-i Taberi / Cilt 3/ sayfa 33)
10.(Ziya Kitapçı, İslam Tarihi ve Türkler, Sayfa 314)
11.(Age, s:296-297 / Age, 4. Bölüm 75, 76 ve 77 nolu dipnotlar, s:623.
12.(Hicaz, Asir, Yemen Cephesi ve Libya Harekâtı (1914.1918)Gen.Kr.Baş.
13. (A.g.e. ; s.173 – Willy Bourgeois; +Çeviren Nusret Kuruoğlu, Lawrence, İstanbul, 1967)
14.(Matthew Eden; Çeviren Kemal Kutlu, Casus Lawrence?ın öldürülmesi,İstanbul, 1991
15.(Fransız tarihçi Rene Grousset, Bilan de historia adlı eseri, 1946 )
16.(18. yüzyıl Fransız tarihçilerinden profesör Mailly, Lesprit de Croisades adlı eseri,)
Aktaran: İsmail Hami DANIŞMENT- 1979 yılında İstanbul?da basılan Tarihi Hakikatler kitabı-
17.(Ergun Hiçyılmaz, Teşkilât-ı Mahsusa, Istanbul, 1979: 83)
18.(Liman von Sanders, Türkiye’de Beş Sene s.178)
19.(Mustafa Balbay, Türkler Mezarlığı Yemen, İstanbul, 2005)
20.(Erol Ulubelen, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, s.118)

OKUMAKTAN PİŞMAN OLMAYACAĞINIZ TARİH YAZILARI
*Arapların Osmanlıya cihad ilanı
*HAİNLİĞİN VE İHANETİN ARAPÇASI
*İslam Öncesi Kız Çocuklarının Diri Diri Gömüldüğü Gerçek mi?
*Suudi Hanedanın Tarihi Belgelerle Yahudi Olduğu Kesinleşti!

Göçebe yörüklüğünün kadınına tanıdığı hak ! Mor Cepken !

Günümüzde Ege, Muğla, Antalya ve Toros yörüklüğünde yaşlı kadınlar tarafından hâlâ bilinir.Yörük kızlarının çeyiz bohçasına önce “Mor Cepken” konur. Kenarları sarı simgelerle işlenmiş, yelek biçiminde, mor renkli bir giysidir.

Yörük kızları sevdikleriyle evlenirlerdi. Başlık parası gibi alışkanlıkları yoktur. “Mor Cepken” evlilikte yeri, zamanı geldiğinde, darda kalan yörük kadınının erkeğine karşı kullandığı bir boşanma özgürlüğünün simgesidir. Mor renk ihanete uğramış, aldatılmış, aşkın rengidir. “Mor Çatı” adı oradan gelir.

Bizler dünyaya Mor Cepken’i yeterince tanıtabilseydik 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü “Mor Cepken Günü” olarak kutlardık.

Evli yörük kadını, ihanete uğrayınca ya da kocası tarafından aşağılanıp dövülünce, bir şekilde Mor Cepken’i giyip herkesin görebileceği bir yere otururdu. Bu “Ben bu herifi boşadım” demektir. O zaman akan sular durur, herkes işini gücünü bırakır. Masal anaları ile doğum ebeleri “Mor Cepken” giyen kadının çevresini alırlar.

Boşadığı kocası ise evinden dışarı çıkamaz, kahveye gidemez, kimse yüzüne bakmaz. Büyük ödün verip de karısına Mor Cepken’i çıkartamazsa ömür ömüre dul kalacaktır. Kimse ona dul-şaşı kızını bile vermez. Körocak olarak kalır.

Efelik kadın erkek işi değil yürek işidir

Göçebe yörüklüğünün kadınına tanıdığı hakka, özgürlüğe bakın siz! 1800 yılların sonlarında Nazilli kasabasının Aydın dağlarında, dağa çıkarak kadın hakları için savaşan “Gizemli Kadın Efe” de bunlardan biridir. Ege yöresinin unutulmaz bir eridir. Mor cepken Ege efelerinin giydiği bir giysidir. Buralarda efelik kadın erkek işi değil yürek işidir. Kybele, Artemis, Tahtacı yörüklerinden bu yana kadın baştacıdır bu topraklarda.

Suudi Hanedanın Tarihi Belgelerle Yahudi Olduğu Kesinleşti!

El-Said kitabının devamında Yahudilerin Muhammed b. Abdülvahhab’ın tesis ettiği “Vahhabilik Düşüncesi’ni” nasıl desteklediğini genişçe açıklıyor. Sonra Muhammed b. Abdülvahhab’ın nasıl dini bir lider olduğunu ve bununla beraber Arabistan’ın siyasi liderliğinin Suud Hanedanına intikal edilmesinde Yahudilerin eli olduğunu ve bu planın Yahudiler tarafından planlanıp icra edilmesini geniş bir şekilde açıklıyor.

ARABİSTANDAKİ KABİLELERE YÖNELİK SOYKIRIMLAR

Yazar, Suud Hanedanının icraatlarını teferruatıyla incelemiş ve hiçbir hususu kalemden düşürmemeye gayret etmiştir. Devamında Bu hanedanın Arabistan’daki kabilelere yönelik soykırımlarını incelemiş ve iddiasının ispatı için gerçekleri yansıtan birtakım tarihi fotoğrafları gözler önüne sermiştir. Yazar kitabının devamında Suudi Hanedanının geçtiğimiz asırda İngilizlerle olan yakın irtibatlarına da yer vermiştir.

Nasır el-Said kitabının devamında Suudi Hanedanı ile İsrail rejiminin kurucusu Ben Gurion arasındaki yakın ancak gizli tutulan irtibatlarına ve günümüzde bu ikilinin arasında devam eden ilişkilerine yer vermiş ve şöyle eklemiştir: “Ben Gurion’un idealindeki rejimi kurmak için direk olarak Suudi Hanedanının desteğini almıştır.”

Yazar, yukarıda adı geçen “Tarih-i Arabistan” (Arabistan Tarihi) adlı eserin kapağına eski Arabistan kralı Fahd b. Abdülaziz’in gençlik yıllarında fahişe bir kadın ile yakalandığı bir fotoğrafını bırakmıştır. Fotoğrafta kral tanınmamak için elleriyle yüzünü kapatmaya çalışıyor. Yazar fotoğrafın üstünede Suud Hanedanına gönderme yaparak Bakara suresinin 204’ten 207’ye kadarki ayetlerinin mealini yazmıştır:

“İnsanlardan kimi de vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözleri senin hoşuna gider ve o kalbindekine Allah’ı şahit tutar. Hâlbuki O, İslâm düşmanlarının en yamanıdır.”

“İş başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini ve nesli helak etmek için koşar. Allah ise bozgunculuğu sevmez.”

Ona: “Allah’tan kork!” dendiği zaman da kendisini onuru (gururu) günah işlemeye sevk eder. Cehennem de onun hakkından gelir. O ne kötü bir yataktır!”

BAŞLANGIÇTA

Şimdi Bu Habis Şecerenin Ayrıntılarına Bir Göz Atalım:
Hicret’ten sonra 851 senesinde ANZA kabilesinin bir kolu olan Al -MASALIKH grubundan bir kaç adam buğday, mısır ve öteki yiyecek ürünleri almak üzere bir kervan kurarak Necd’den Irak’a gitti. Bu kervanın lideri Sahmi Bin Hatlul’du. Kervan Basra’ya gelince, yiyecek almak için durdu. Yiyeceği daha ucuza almak için pazarlık ettikleri sırada Yahudi tüccar Murdakai Bin İbrahim bin Mose, kervandakilere nereli olduklarını sordu. ANZA kabilesinin El Masalikh kolundan geldiklerini söyleyen kervandakilere Yahudi tüccar Murkadai büyük bir sevinçle sarılarak kendisinin de aslen o kabileden geldiğini fakat babasının aile içi ihtilaflar yüzünden kabileden ayrıldığını ve bu bölgeye yerleştiğini söyledi. Yanında çalışanlara dönen Murkadai, kervandakilerin develerini her çeşit yiyecekle doldurmalarını emretti. Bu durumdan çok duygulanan kervandakiler, Murdakai’nin anlattığı her uydurma hikayeye hiç tereddüt etmeden inandılar. Kervanın yükünü alıp da hareket etmeye başlayacağı an,Yahudi tüccar onlarla Necd’e gelmek istediğini ve ata topraklarını görmek istediğini söyledi. Bu istek kervan üyeleri tarafından memnuniyetle karşılandı.

Kervanla birlikte Necd’e gelen Murkadai, burada kaldığı süre içerisinde burada tanıştığı insanlara çeşitli propagandalar yaptı ve çevresinde bir grup oluşturmaya başladı.Yaptığı propagandalar Yemen, Hicaz ve Necd bölgesinde etkin olan Müslüman din adamı Şeyh Salih Salman Abdullah El Tamimi’nin tepkili muhalefetiyle karsılaşmıştı. Şeyh, Murkadai’nin gerçek niyetini çözmüş ve onu bölgeden sürdürmüştü.

El Kasım bölgesine sürülen Murkadai burada ismini değiştirerek Markan Bin İbrahim Musa ismini aldı. Bir süre sonra sürgün edildiği bu bölgeden ayrılan Murkadai El-Katif yakınlarındaki Diriye kasabasına yerleşerek burada yeni hikayeler uydurarak propagandalara başlar. Uydurduğu hikayeler arasında en çok bilinenlerden birisi Hz Muhammed’in kalkanının Uhud savaşında putperestler tarafından ele geçirildiği ve kalkanın daha sonra Banu Kunakiya adli bir Yahudi kabilesine satıldığı, onlarında bu kalkanı eşsiz bir hazine gibi sakladıkları hikayesiydi. Bu hikayelerle ve propagandalarla saygınlık kazanan Murkadai, bu kasabaya tamamen yerleşerek burayı kafasında tasarladığı Yahudi krallığının merkezi olarak görüyordu.

Markan Bin İbrahim Musa (Murkadai), kral olmak için bölgedeki birkaç Bedevi kabilesiyle yakınlaştı ve onların güvenini kazandıktan sonra krallığını ilan etti… Bu bölgede güçlü olan Ajman ve Banu Halid kabilesi birleşerek gerçek kimliğini ve amacını deşifre ettikleri Murkadai’ye karşı büyük bir saldırı başlatırlar. Saldırı da canını zor kurtaran Murkadai, bugün El Riyad olarak bilinen o zamanlar El Arid olarak adlandırılan bölgedeki El Mailibid Gusabiya’daki bir çiftliğe sığınır. Çiftlik sahibi iyi niyetli bir adam olduğundan Murkadai’ye kalması için bir barınak ve yetecek kadar yiyecek verir. Mukadai burada 1 ay kaldıktan sonra çiftlik sahibini öldürerek mallarına el koyar ve çevredekilere de çiftlik sahibinin hırsızlar tarafından öldürüldüğünü söyler.

Çiftliğe kurulduktan sonra, hemen Madaffa adında bir misafirhane kurarak çevresinde topladığı insanlara kendisinin bir Arap şeyhi olduğunu söyleyerek Şeyh Salih Salman Abdullah Tamimi‘ye karşı düşmanlık uyandıran propagandalara girişir ve bir gün Şeyh Tamimi’yi el Zalafi kasabasındaki camide öldürtür.

SUUDİ KABİLESİ NASIL ORTAYA ÇIKTI?

Kendini iyice güvende hisseden Murkadai, birden çok kadınla evlenerek bir sürü çocuk yapar. Suudi kabilesini kuran Murkadai, gizliden kendi inançlarını tatbik etmeye başlar ve çevrede ekonomik olarak güçlü olan kabilelerin tarlalarını ya parayla satın alarak ya da ayak oyunlarıyla ele geçirir ve kısa bir süre içinde bölgede çok büyük bir güç olur. Bu şekilde Suudi kabilesi ortaya çıkmış olur. Murkadai’nin oğullarından El Mukaran’in iki oğlu olur. Bunlardan birisinin adı Muhammed ötekisinin adı da Suud’du. Suudi krallığının ismi buradan gelmektedir. Amaçları önünde engel gördüklerini ya kadın, ya para ya da güçle susturdular.

Suudi ailesinin Arapların en önemli kabilelerinden Rabia, Anza ve Almasalih kabileleriyle hiçbir ilgisi olmadığını ve Yahudi olduklarını yazmak isteyen biyografi yazarlarını ya parayla ya da korkuyla vazgeçirttiler. Elinde uyduruk bağlantılarla yazdığı bir kitapta Suudi krallarının soyunu Hz. Muhammed’e dayandıran Krallık kütüphanesi müdürü Muhammed El Tamimi’ye Suudi krallığı tarafından Suudi Arabistan Mısır Konsolosluğu aracılığıyla çok büyük para verildi.

Zamanla çok güçlenen Suudi ailesi Arapların önde gelen ailelerini ve kabilelerini yeteri kadar Müslüman olmamakla ya da dönme olduklarını iddia ederek suçladılar ve Suudi adaleti adıyla bir çoğunu katlettiler.”SUUDI FAMILY” adıyla yayımlanan kitabin 98-101. sayfalarında Suudi hanedanının özellikle Necd bölgesinde yasayan Müslümanları zındık olarak ilan etmişler ve buradaki Müslümanların kanlarının, paralarının, mallarının ve karılarının kendilerine kapatma olarak helal olduklarını deklare ettikleri yazılmaktadır.

Yine kitapta yazılanlara göre Vahhabi çizgisinde olmayan Müslümanların, Müslümanlığının geçerli olmayacağı iddia edilmektedir. Özde gizli Yahudi olan Suudi hanedanlığı kendileri gibi gizli Yahudi olan Vahhab tarafından kurulan Vahhabilik doktrini adı altında yıllardır birçok insani acımasızca katletmişlerdir. Ülkede birçok insan yoksul olmasına rağmen, Suudi hanedanı koskoca ülkeye kendi isimlerini vererek ülkenin her şeyini kendi üzerlerine geçirmekte ve bütün doğal kaynaklardan sadece kendi kabileleri yararlanmaktadır. Hanedanlığın en ufak bir politikasını eleştirecek olan herhangi bir insanin cezası Vahhabilik gereği idamdır.

20. yüz yılın başlarında Arap bölgesini zorla ele geçiren Suudi ailesinden Kral Abdul Aziz Osmanlı imparatorluğunun emrine girmek istemiş fakat Osmanlı yöneticileri tarafından zalim, güvenilmez ve vahşi bulunarak reddedilmiştir. Bunun üzerine bölgede güç olamaya başlayan İngilizlere yaklaşarak bölgede bir çok katliama imza atmıştır.

Suudi hanedanının Yahudi olduklarına dair yukarıda adı geçen “Tarih-i Âl-i Suud” (Suud Hanedanının Tarihi) kitabındaki belgelerin yanı sıra bu habis ailenin kendi itirafları da yer almaktadır:

* 1960 yılında Kahire’de yayın yapan “Savl El Arap” radyosu ile Yemen’de yayın yapan Sana’a radyoları Suudi ailesinin gizli Yahudiler olduğunu iddia ettiler. Konuyla ilgili iddiaları yalanlamayan Kral Faysal, 17 Eylül 1969’da Washington Post gazetesine verdiği demeçte “Biz Suudi hanedanının Yahudi akrabaları vardır!!! Yahudilere karşı husumet besleyen Arap ve İslam otoriteleriyle ayni noktada değiliz!!! Bizim ülkemiz Yahudiliğin ilk kaynağı olup yeryüzüne dağıldığı yerdir!!!” demiştir.

1821 Mora katliamı! Gizlenen ve hiç konuşulmayan Türk soykırımı!

Kolları ve bacakları kesildi ve ateşin üzerinde yavaş yavaş kızartıldılar. Hamile olan kadınların karınları kesildi, kafaları kesildi. Cumadan Pazara kadar hava cığlık sesleriyle doluydu…. Bir Yunan 90 kişiyi öldürdüm diye övünüyordu.

Haftalarca aç bırakılan Türk çocukları çaresiz yıkıntıların arasında koşarken Yunanlılar tarafından yere atıldılar sonra vuruldular…. Su kuyuları cesetlerle dolduruldu.Mora’daki soykırım ancak öldürecek başka Türk kalmadığında sona erdi.

Yunanistan’daki Türkler arkalarında az iz bırakdılar. 1821 ilkbaharında dünyanın geri kalanı tarafından arkalarından göz yaşı dökülmeden ve farkedilmeden aniden yok oldular. Bir zamanlar Yunanistan’ın bütün ülkenin etrafına yığılmış büyük bir Türk nüfusuna sahip olduğuna bile inanmak zordu.

Bu ailelerin arasında varlıklı çiftçiler, tüccarlar, memurlar yaşıyordu ve yüzlerce yıl boyunca burada yaşamış ve buralar kendi yurtlarıydı… Kasıtlı ve acımasızca öldürüldüler ve hiç bir zaman pişmanlık gösterilmedi.”
William St. Clair-İngiliz Tarihçi

Bu tabloda Tripoliçe’ye Yunan Bayrağını diken Panayotis Kefalas, resmedilmiştir. Arka planda bir kısmı yıkık bir camii, camiinin önünde de yerde yatan Türk şehitleri dikkat çekmektedir.‎

Osmanlı’da akraba cinayetleri

Bu durumda her ortaya çıkan muhalif lider çevresinde topladığı halk veya askerlerle rakip oluyor ve devletin sarsılmasına olanak sağlıyordu. Bu tür olaylar çıktıkça karşılıklı savaşlar sonucunda yenilenin ortadan kaldırılması yeni bir kuralın doğmasına sebep oldu.

İlerde potansiyel rakip olacağı düşünülen tüm kardeş, yeğen, amca vs gibi kan bağı oluşturan akrabaların ortadan kaldırılması geleneği doğmuştu. Fatih Sultan Mehmet ile bu gelenek kanuna dönüşerek uygulamaya devam edildi. İşin en acı tarafı da eğer biri idam etmezse kendisinin aynı akibete uğrama ihtimalinin %100 olmasıydı.

Kardeş Katli ve Fatih Kanunnamesi

Fatih Sultan Mehmet meşhur kanunnamesine “Ve her kimesneye evladımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizam-ı alem içün katl etmek münasiptir.

Ekser ulema dahi tecviz itmiştir. Anında amil olalar.” şeklinde bir hüküm koymuş ve kardeş katli yasallaşmıştır. Bunun yanında kanunnamede kardeş katli için lazımdır ya da vaciptir dememiş, sadece izin vermiştir.

Osmanlı’da Akrabalarını Öldürten Padişahlar

Osman Gazi
Amcası Dündar Bey’i öldürdü. Bunu taht için yapmamıştı. Tarihçilerden edinilen bilgiye göre Osman Gazi’nin emrini yerine getirmemesi ve ona itiraz etmesi sonucu Osman Gazi amcasını okla yakın mesafeden vurarak öldürmüştü.

I. Murad Hüdavendigar (1359 – 1389)
Nilüfer Hatun’dan olan Şehzade Murad, ahilerin desteğini de alması nedeniyle tahtın en güçlü adayıydı. Bu durumu kabullenmek istemeyen kardeşleri şehzade İbrahim ve Halil, I. Murad’a karşı isyan başlatmışlardır.

I. Murad ise bu isyanı bastırmış ve 1360 yılında kardeşlerini öldürtmüştür. I. Murad daha sonra tahtına göz diktiği için, Bursa sancağına gönderdiği oğlu Savcı Bey’i de idam ettirmiştir.

I. Bayezid (Yıldırım Bayezid) (1389 – 1402)
I. Murad Kosova Meydan Muharebesi esnasında suikaste uğrayıp şehit düştüğünde, Osmanlı ordusunun sağ kanadında Sırplara karşı savaşan I. Bayezid babasının vefatıyla ilgili bilgilendirildi ve kendisine biat edildi.

I. Bayezid biat töreninin ardından düşmana karşı savaşan kardeşi Yakub Çelebi’yi çadırına çağırarak boğdurdu.

Fetret Dönemi 1402– 1413)
I. Bayezid’in Timur’a karşı savaştığı Ankara Muharebesini kaybetmesiyle oğulları dağılmış, bunun neticesinde Osmanlı’da Fetret Devri başlamıştır. Oğlu Süleyman Çelebi padişahlığını ilan etse de, kardeşi Musa Çelebi’nin askerleri tarafından öldürülmüştür.

Musa Çelebi Osmanlı’nın başında olduğu 3 yıl 6 ayın ardından, kardeşi Mehmet Çelebi ile karşı karşıya geldiği savaşı kaybetti. Tahta çıkan Çelebi Mehmet, Musa Çelebi’yi idam ettirdi.

II. Murad (1421 – 1451)
II. Murad, amcası Mustafa Çelebi’yi bastırmak için onu idam ettirmiştir. Her ne kadar kardeş katline karşı çıksa da, Bizanslılardan aldığı destekle Osmanlı’nın başına geçmeyi hayal eden kardeşi Mustafa ve sonrasında diğer kardeşleri Yusuf ve Mahmut’u öldürtmüştür.

Fatih Sultan Mehmed (1451 – 1481)
İstanbul’u fethederek dünya tarihini değiştiren Fatih, hâkimiyetini güçlendirmek ve devleti olası tehlikelerden korumak maksadıyla 1451 yılında 6 aylık kardeşi Şehzade Ahmed’i ve Hasan’ı Edirne’deki sarayında boğdurtarak öldürtmüştür.

Fatih Sultan Mehmed Fatih Kanunamesi ile kardeş katlini yasallaştıran ve birtakım şartlara bağlı kılan padişah olarak tarihe geçmiştir.

II. Bayezit
Cem Sultan ile karşı karşıya kalan II: Bayezit yapılan savaşta kardeşini yenmiş ama Cem Sultan’ın Rodos üzerinden Malta’ya kaçmasıyla öldürmeyi başaramamıştı.

Daha sonra Venedikliler Cem Sultan’ı II: Bayezit’e karşı koz olarak kullanmış kim bilir belki de bu yüzden batıya sefer düzenlenmesi sürekli ertelenmiştir.

Yavuz Sultan Selim (1512 – 1520)
Osmanlı’da kardeş katli denilince ilk akla gelen padişahlardan birisi de Yavuz Sultan Selim’dir. Fatih Kanunnamesini kullanarak Ahmet, Korkut, Abdullah, Şehinşah, Şahsultan, Alemşah, Mahmut ve Mehmet ile onların eşlerini ve çocuklarını öldürtmüştür.

I. Süleyman (Kanuni Sultan Süleyman) (1520 – 1566)
Kanuni Sultan Süleyman, oğlu Şehzade Mustafa’yı İran Şahı Tahmasp’a yazdığı iddia edilen mektupların ortaya çıkması sonucu, ayrıca Hürrem Sultan kendisinden olan oğlu II. Selim’in (Sarı Selim) padişah olabilmesi için Şeyhülilslam Ebusuud’dan aldığı “katli vaciptir” fetvası üzerine 1553 yılında çadırında boğdurtmuştur. Ayrıca karısı, çocukları ve akrabalarını da öldürtmüştür.

II. Selim (Sarı Selim) (1566 – 1574)
Tahtın varisinin kendisi olduğunu savunan Şehzadeler Selim ve Bayezid, 1559 yılında Konya önlerinde karşı karşıya geldiler. Yenilen ve topladığı ordusu dağılan Bayezid, kendisini babası Kanuni Sultan Süleyman’a teslim etmeyeceğinin sözünü alarak İran Şahı Tahmasp’a sığındı.

Fakat Tahmasp, Kars Kalesi ve 1 milyon 200 bin altın karşılığında babasının gönderdiği elçilere teslim etti. Elçiler, teslim aldıkları Bayezid ve oğullarını 25 Eylül 1561 tarihinde boğarak öldürdüler.

III. Murad (1574 – 1595)
III. Murad Osmanlı hükümdarı olduğu gün 6 kardeşini boğdurttu. toplam 130 cariyesi olan III. Murad’ın 112 çocuğu oldu. Kendisine dokunulmayan kadınlar: Safiye Sultan, Mihriban, Nazperver, Şahhüban ve Fahriye dışında kalan bütün cariyeler, doğum yaptıklarında çocukları ile birlikte öldürülüyorlardı.

III. Murad öldüğünde de o gece ondan hamile olan 10 cariye boğdurulup Sarayburnun’dan denize atıldılar.

III. Mehmed (1595 – 1603)
III. Mehmed bir defada en fazla hanedan mensubunu katleden padişah olarak kayıtlara geçmiştir. İktidarını korumak adına tahta çıktığı gece dördü yetişkin, kalanları küçük yaştaki 19 kardeşini boğdurtmuştur. Bunun yanında oğlu Şehzade Murat’ı da boğdurttu.

Yerine 13 yaşındaki oğlu I. Ahmet geçmişti. O gün babasının cenazesi kaldırılırken oğlu cenaze namazı için bekleniyordu. Hala gelmediği görülünce Şeyhülislam birkaç kişiyle yeni padişahı almaya gitti. İçeri girdiklerinde başı ellerinin arasında düşünür buldular.

Cenaze namazı için yapılan davete “Taht sahibi olmak için 19 kardeşini ve bir oğlunu öldüren babam bile olsa katildir, ben bir katilin cenazesini kılmam, varın siz kılın” diyerek reddeder. Ve padişah olarak kardeş katli hukukuna son verir.

Genç Osman (1618 – 1622)
Osmanlı tarihinde en genç ölen padişah olarak bilinen Genç Osman, Lehistan seferine çıkmadan önce fitne çıkarması gerekçesiyle kardeşi İbrahim’i öldürtmüştür.

IV. Murat
Osmanlı Devleti’nin duruş ve karar anlamında en sert padişahlarından biri olarak göze çarpan IV. Murad’ın ilk kardeşlerini öldüreceği dedikoduları çıktığında isyan başlamış, bunu durdurmak için kardeşlerine dokunmayacağını söylemişti.

Ancak Ağustos 1635’de Revan’ın feth edilmesinin kutlamaları sırasında Şehzade Bayezid ile Şehzade Süleyman boğdurularak idam edildi. Ardından yaklaşan kurban bayramında bu kez Şehzade Kasım idam ettirildi. Geriye tek bir kardeşi kaldı ancak hasta yatağında etkisi olmayacağından dolayı idam ettirmekten vazgeçti.

Dünyanın sırtını yere getirmediği Türk ! KOCA YUSUF

Koca Yusuf, bugün Bulgaristan sınırlarında yer alan Şumnu Kasabası’nın Karalar Köyü’nde dünyaya geldi. Doğum tarihi tam olarak bilinmese de İsveç güreş tarihçisi William Baster’a göre 1857 yılında doğmuştur. Babasının adı İsmail’dir.Ufacık bir çocukken köyde danalarla boğuşmaya başladı sonra kispeti ayağına geçirip güreşmeye koyuldu.

Babası ve dedesi Yusuf’un ilk güreş ustaları oldu. Koca Yusuf dönemin ünlü pehlivanlarından Şumnulu Dursun Pehlivan, Nasuhçulu Kel İsmail Pehlivan ve Pomak Osman tarafından yetiştirildi. Kırkpınar tarihinde 26 yıl boyunca üst üste başpehlivanlığı elinde bulunduran ve Sultan Abdülaziz’in başpehlivanı olan Kel Aliço ile 1885 yılında güreşti. Sabah başlayan mücadele akşam sona erdi. Kel Aliço mücadele sırasında güreşi bırakmış ve kendi elleriyle ülkenin başpehlivanlığı unvanını Koca Yusuf’a devrettmiştir.

KENDİLERİNDEN ÜSTÜN PEHLİVAN OLDUĞUNU KABUL ETTİLER

Kel Aliço’nun çırağı olan ve 18 yıl Kırkpınar başpehlivanlığını elinde bulundurduğu söylenen Adalı Halil’i iki kez ardı ardına yendi. Sultan Abdülaziz, Sultan V. Murat ve Sultan II. Abdülhamit döneminde pek çok güreş yaptı. Koca Yusuf ile çarpışan Kara Ahmet, Katrancı Mehmet, Kazandereli Memiş, Filiz Nurullah, Kurtdereli Mehmet ve Hergeleci İbrahim gibi ünlü pehlivanlar, onun kendilerinden üstün bir pehlivan olduğunu kabul ettiler.

Fransız güreşçi Joseph Doublier ile tanışması ve Fransa’da güreşme teklifi alması hayatını değiştirdi. Fransız yazar Edmond Desbonnet’in “Güreşin Kralları” (1910, Paris) adlı kitabında anlatıldığına göre Doublier, 1894’te rakibi Sabés’e yenildikten sonra onu yenecek bir güreşçi arayışına girmiş ve Türkiye’ye gelmiş; Filibeli Kara Osman, Filiz Nurullah ve Yusuf İsmail’i beraberinde Fransa’ya götürmüştü.

AVRUPADA ONU YENECEK RAKİP BULUNAMADI

Yusuf, başlangıçta yurtdışına çıkmayı kabul etmediyse de Müslümanların güçlü olduğunu ispat etmenin bir cihat olduğu şeklindeki ulema açıklamaları üzerine 1897’de Avrupa’ya gitti ve Paris’te minder güreşinin kurallarını öğrendi. İlk maçını dünya şampiyonu Sabés ile yaptı ve onu yendi.

Fransa’da 3 yıl kaldı (1894-1897). Bu dönemde güreştiği ve döneminin önemli sporcuları olan Olsen, Pons, Fournier’i yendi. Gambier, Raul, Rum güreşçi Antonio Pierri ve İngiliz güreşçi Tom Cannon’u da yendikten sonra Avrupa’da rakip bulamaz hale geldi

BENİMLE EVLEN! TÜM SERVETİM SENİN OLSUN

Amerikalı zengin bir kadın Koca Yusuf’a evlenme teklif etmiş ve “şayet benimle evlenirsen bütün malım senin olur” demiş buna mukabil Koca Yusuf; ben damızlık değilim diyerek bu teklifi reddetmiş.

Yusufun gözünde kazandığı paraların ehemmiyeti yoktur. O artık vatanını, ailesini özlemiştir. Kalan ömrünün iki çocuğu ve ailesiyle birlikte, Eyüb Sultan civarında alacağı bahçeli bir evde ibadet yaparak geçirmek istemektedir.

Vatan hasretine dayanamayan Yusuf Türkiye’ye dönmek üzere 21 Mayıs 1898’de Fransız bandıralı La Bourgogne transatlantiği ile yola çıkan Koca Yusuf, bindiği geminin 4 Temmuz sabahı New York’un kuzeydoğusundaki Sable Adası’nın 60 mil açıklarında İngiltere bandıralı Cromartyshire şilebiyle çarpışıp batması sonucu tüm yolcular ve mürettebatla birlikte boğularak ölmüştür.

Ölümüyle ilgili üç iddia vardır. İlki kaza sonrasında filikalara binen diğer yolcularla birlikte kurtulmaya çalışan Koca Yusuf’un tutunduğu filikadaki diğer yolcuların onun koca gövdesinin sandalı devireceği korkusuna kapılıp kürek ve baltalarla ellerine vurduğu ellerini çekmeyeceğini anlaşılıncada filikadakiler tarafından baltayla bileklerinin kesildiği ve bu nedenle öldüğü,

ikincisi Koca Yusuf’un Amerika’da kazandığı güreşlerin ardından kazandığı paraları kağıt paralara güvenmediği için altına çevirdiği ve bu altınların ağırlığı nedeniyle okyanusta boğulduğudur. Zira bu altınlar 8000 dolar karşılığı 40 kilo altın anlamına gelmektedir.

Üçüncüsü geminin başka bir gemiyle çarpışması sonucu gemi batmaya başladı. Koca Yusuf tam gemiyi terkedecekken gemide bulunan demirlerin altına sıkışan çocuğu ve ona yardım etmeye çalışan annesini gördü. Çocuğu çıkarmak için demirleri tutup kaldırdı ve çocuk çıktıktan sonra tekrar bir yıkım oldu ve demirler üzerine doğru meyillendi. Koca Yusuf bu demirleri bıraksa altında kalıp can verecekti ve o demirleri bırakmayıp okyanusta boğularak can verdi.

Koca Yusuf’un naaşının Atlas Okyanusu’nda kaybolduğu sanılmaktadır. Ancak şair Sunay Akın’ın “Önce Çocuklar ve Kadınlar” adlı kitabının “Okyanusa Yenilen Güreşçi” başlıklı bölümünde Azor Adaları’nda mezarının bulunduğu iddiasına yer verilmiştir. Kaza sonrasında civar adalara vuran gemi yolculara ait 20 cesetten pek heybetli değişik kılıklı olanının Koca Yusuf olabileceğini iddia eden yazar, cesedin adadaki kilisenin mezarlığına defnedildiğini belirtmiştir.

Amerikan basını, gemi kazasında yine ona özel bir yer ayırmıştı. “Eğer Koca Yusuf, Okyanus’un derinliklerinde yatıyorsa, kesinlikle yüzükoyun yatıyordur. Çünkü sağlığında onun sırtını kimse yere getirememişti. Okyanuslar da getirememiştir.” Rus güreşçi Hakimşmit, 1949 yılında, Koca Yusuf için Paris’te şu açıklamayı yaparak aynı düşünceyi teyid etmiştir. “Dünyada onun sırtını yere getirebilecek birinin bulunabileceğini hiç sanmıyorum. Buna imkân yoktur. Hatta onun Atlas Okyanusu’nun derinliklerinde sırtüstü değil, yüzükoyun yattığına yemin edebilirim.”

Balkan Türklerinin kökeni nedir ?

KARAMANOĞULLARI SALURLARIN KARAMAN KOLUNDANDIR

Salur adı Dağ Han’ın (Dagh Khan) en büyük oğlunun ismine dayanır. Bu konu üzerine bilgiler yetersiz olmakla birlikte Divan-ı Lügat-ı Türk ve Farsça Oğuzname’nin el yazmalarında bu isim geçer. Syr Darya (Seyhun nehri – Bugünkü Kazakistan sınırları içinde) kıyılarından Maveraünnehir (Ceyhun ve Seyhun nehirlerinin arasında bulunan tarihi bölgenin tarihi adı- bugün Özbekistan sınırları içindeki alan), Harezm ve Horasan’a (Hazar denizinin hemen batısında bugün İran sınırları içinde kalan bölge) ve sonunda Anadolu’ya gelmişlerdir.

Karamanoğulları Salurlar’ın Karaman kolundandır. Kafkasya’da Karamanlu adını taşıyan Salurlar tarafından kurulmuş köyler vardır. Bunlar 7.yüzyıla ait Türkmen Salur boyu Karamanlılara ait kalıntılardır.

Selçuklular’ın yayılmayı hedefleyen siyasetinin bir sonucu olarak Salurlar’ın çok büyük bir kısmı batıya doğru göç etmiştir. Bazıları Merv ve Sarakhs’da kalarak bugünkü Türkmenistan’da Türkmen adıyla yaşar.

Bu konuda uzman olan bazı kişilere göre önemli miktarda Salur 1380 ve 1424 yılları arasında, Semerkand, Turfan ve Sou Tcheou yoluyla şuanda Çin’in kuzeybatısında Kansu’da bulunan Xining’e yerleşmiştir. Ve günümüzde hala az sayıda da olsa varlıklarını sürdürmektedirler. Fiziksel olarak da bu Türkler Kansu’daki diğer Müslümanlardan kolaylıkla ayırt edilebilir.

SALURLAR KENDİLERİNİ EN ESKİ VE SOYLU TÜRKMENLER OLARAK SAYARLAR

Salurlar göç, diğer göçebe Türkmenlerle savaş, İran’a akınlar sonucu sayı ve güç olarak oldukça zayıflamışlardır. Bölgedeki önemlerini İran’la çatışmalarından sonra devamlı kayıplar vererek yitirmişlerdir. Günümüzde Sarakhs civarında toplanmış ve İran-Afganistan-Türkmenistan sınırı yakınında bulunan Hari-Rüd boyunca dağılmış Salurlar kendilerini en eski ve soylu Türkmenler olarak saymaktadırlar.

10 BİN OBAYLA ANADOLUYA GELDİLER

Salurların Karaman kolu onbin obayla Anadolu’ya gelmişlerdir. İlk Anadolu’ya göçen Oğuz boylarındandırlar. Kilikya Ermenileri ile savaşarak Kilikya Ermeni Prensliğinin toprakları üzerinde düzgün bir devlet kurmuşlardır. Sayıları kısa sürede 70 bine ulaşmıştır.

RESMİ DİLİ VE YAZIŞMALARI TÜRKÇE OLAN TEK BEYLİK

Diğer Anadolu beylikleri Arap harfleri kullanırken Karamanoğulları Grek alfabesi kullanmıştır.(Karamanlika) Selçuklulardan beri resmi yazışmalar ve ilimde kullanılan dil Arapça ve Farsça olmasına rağmen, “Türkçe’den başka dil” kullanılmaması hakkında ferman yayınlayan tek beyliktir.

Orta Asya’dan geldiklerinde Göktanrı inancına sahip olan kabile zamanla Ortodoks ve Malazgirt savaşından sonra kitlesel olarak İslamiyet’e geçmiştir. Hristiyan olan azınlık dışındakiler yani Müslüman olanlar Fatih Sultan Mehmet’in Karaman’ı fethi ile Batı Trakya, Makedonya, Anadolu’nun çeşitli bölgeleri ve özellikle de yeni fethedilen Tuna kıyısındaki Bulgar ülkesine sürülmüştür.

Atatürk’ün dedelerinden Kızıl Ahmet Efendi Karaman’ın Kızıllar kasabasından Yunanistan’a göç ettirilmiştir. Osmanlı bu güçlü hanedanı gelecekte devletin güvenliğini tehlikeye düşürmemesi için dağıtmıştır. Ortodoksluğu kabul etmiş olan Karamanlar ise Lozan’dan sonra nüfus mübadelesi ile Helen olmamalarına rağmen Yunanistan’a gönderilmiştir. Günümüzde halen bu hanedanlığa mensup olmuş Yunanlı vatandaşlarında Karamanlı soy ismi sıkça görülür.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Muhacirler için söylediği şu sözler çok manidardır :
“Muhacir diye küçümsenenler, tarihin yazdığı savaşlarda en geriye kalanlar, yani düşmanla sonuna kadar dövüşenler, çekilen ordunun ri’cat hatlarını sağlamak için kendilerini feda edenler ve düşman karşısında kaçmak, çekilmek nedir bilmeyenlerdir. Muhacırlar, kaybedilmiş topraklarımızın milli hatıralarıdır.”

Bilecik’li meşhur Uzun Ömer kimdir ?

“Bilecik’li Uzun Ömer” (d.1919 ? 1922- ö. 4 Şubat 1960) ,gerçek adı Ömer Özkan olan İstanbul’da milli piyango bayiiliği yapan, 2.25 m. boyu ile ün yapmış biridir Bilecik’in Abbaslık köyünde (d.1919 ? 1922) yılında doğmuştur.

Annesi ile babasının 1922’de Yunan İşgalinde olan köylerinden kaçarak dağlarda yaşadıkları ve işgal sonrası köylerine döndükleri söylenmektedir Devlik hastalığı ile ilgili olarak, ailesinin yoksulluk içinde yaşadıkları bir dönemde ak sakallı bir ihtiyara annesinin yardım etmesi sonrasında, ihtiyarın, “Allah sizden razı olsun, evinizde kıtlık olmasın, çocuğunuza iyi bakın” diye duada bulunduğu ve bundan sonra evdeki kapların yiyeceklerle dolduğu, Ömer’in boyunun bu nedenle uzadığı hakkında bir efsane vardır.

Uzun Ömer, Sait Faik Abasıyanık’ın 13 Temmuz 1947 yılında yayımlanan, Uzun Ömer isimli hikayesine de konu olmuştur. Sait Faik, Uzun Ömer’den şöyle bahsetmektedir:
“Akşam olunca Ömer efendi gişesini kapar, Köprü’nün merdivenlerini uzun, dalgın bir hülya aleminde çıkar. Kendinden altmışar, yetmişer, seksener santim aşağıda insanların üstüne saffet dolu, hüsran dolu gözleriyle bakarak bir tramvay vatmanının yanında iki büklüm Beşiktaş’taki evine döner. Babasının yemeklerini yerler. Sonra tahtadan yapılmış hususi karyolası kırıldığı için yerde hususi yapılmış şiltesine uzanır, gözlerini kapar, helal süt emmiş bir eş düşünür.”

Sait Faik, bir elbiseyi kaça yaptırıyorsun diye sorduğunda Uzun Ömer, “Onu hiç sorma! Beş yüz liradan aşağı elbise dikmiyorlar bana” karşılığını verir. Yazar, “pabuçlar” deyince de, Uzun Ömer’in yarasına dokunur: “Hele pabuçlar! Yüz elli liradan aşağıya hiçbir kunduracı ayakkabı yapmıyor. Köselelerin de hali malum. Ne kadar kalın olursa o kadar çürük oluyor. Ne kadar yürümesen üç ayda parçalanıyor.” der.

2. Dünya Savaşı’ndan sonra her ülke gibi Türkiye’de de yaşanan ekonomik sıkıntıların olduğu dönemde 9 Ocak 1942’de halkın temel ihtiyaçları vesikaya bağlanmıştır ve ekmek karne ile dağıtılmaktadır. Bu dönemde Cumhuriyet Gazetesinin 15 Nisan 1942 tarihindeki haberinde Uzun Ömer’den şu şekilde bahsedilmektedir:

“2 metre 25 santim boyunda ve 160 kilo ağırlığında, Bilecikli Ömer isminde birisi, dün sabah vilayette Belediye Başkanı Dr. Lütfi Kırdar’a müracaat ederek 300 gram ekmekle idare edemediğini ve ağır vücudu göz önünde tutularak, kendisine daha fazla miktarda ekmek verilmesini rica etmiştir.”

4 Şubat 1960 tarihinde,38 yaşında ölen Uzun Ömer özel bir tabutla defnedildi . 58 numara olan ayakkabıları Galata Köprüsü’nde uzun yıllar sergilenmiştir. Daha önceleri, boyunun uzun olmasından etkilenip izlemeye gelen insanlar daha sonra sergilenen ayakkabısını izlemeye gelmişlerdir .

Manavlar kimdir ? Tarihçeleri nedir ?

Manavlar Anadolu’ya ilk yerleşen Türklere verilen ad. Sayıları 2 milyon civarında. 21 ilde yoğun olarak bulunuyorlar. Sakarya, Kocaeli, Balıkesir, Eskişehir ve Bilecik başlıca yaşadıkları iller. Çanakkale, Bursa, İstanbul, Tekirdağ, Manisa, İzmir, Antalya-Manavgat, Konya, Afyonkarahisar, Uşak, Kütahya, Bolu, Ankara-Nallıhan, Kastamonu, Mersin, Isparta’ya da yerleşmişler. Ayrıca Güneydoğu Anadolu’nun Çermik ve Çüngüş ilçelerinde de bulunuyorlar.

Manav sözcüğünün, Türkistan’daki Kazak-Kırgız ve Sibirya’daki Yakut (Saha) Türklerinde kullanılan, koruyucu soylu kişi ve boy beyi anlamına gelen ‘Manap’ ve ‘Manag’dan geldiği sanılıyor. Eski Türkçede ‘v’ sesinin olmamasından dolayı, ‘Manap’ sözcüğündeki ‘p’ ve ‘Manag’ sözcüğündeki ‘g’ sesinin yumuşayarak ‘Manav’ sözcüğünün ortaya çıktığı düşünülüyor. Orhun Kitabeleri’nde de rastlanan ‘manav’ kelimesi ‘bey’ anlamına geliyor.

Manavların olduğu yerde polis yoktu

Batı Anadolu yöresine, Manavların ilk yerleşiminin 1291 tarihinde olduğu biliniyor. Ayrıca Yıldırım Bayezid döneminde İstanbul’un alınması amacıyla yapılan kuşatma kaldırılırken, yapılan anlaşma gereği Sirkeci’de bir Türk mahallesi kurulması şartına uygun olarak Göynük ve Taraklı’dan 760 hane Manav İstanbul’a yerleştiriliyor. Yani İstanbul’a yerleştirilen ilk yerli Türklerin, bu yöreden giden ‘Manavlar’ olduğu çeşitli kaynaklarca da doğrulanıyor.

Osmanlı Devleti’nin, fethettiği yerleri kendi yurdu yapmak amacıyla Manavları yerleşik kültürlerinden dolayı bu bölgelere yerleştirdiği sanılıyor. Çünkü yerleşik bir kültür formuna sahip olan Manavlar, yerleştirildikleri her bölgede hemen kurulu düzene geçiyor. Ayrıca yerleşik bir yaşam anlayışını benimseyen bu topluluk üyelerinin, bu alanlarda toprağı işlemesi, tarımla uğraşması arazilerin boş kalmasını da önlüyor.

Nüfusunun neredeyse tamamı Manav olan Sakarya’nın tarihi Taraklı ilçesinde hiç olay olmaması sebebiyle polis teşkilatına bile gerek duyulmamış. 20 yıllık ilçede 3 yıl önce AB uyum yasaları çerçevesinde önleyici güvenlik gücü bulundurulması zorunluluğu sebebiyle polis teşkilatı kuruldu. Manavların yoğun olduğu bölgelerde de daha az olay meydana geliyor. Bir Manav olan Taraklı Belediye Başkanı Tacettin Özkahraman, Manav milletinin temkinli, uysal, mülayim, hoşgörülü, barışçıl, yapıcı, geleneklerine ve ülkesine bağlı, sevecen, uyumlu, sorun çıkarmayan ve ‘yedi kez düşünmeden adım atmayan ve konuşmayan’ bir yapıya sahip olduklarını belirtiyor. Manavların denge unsuru bir toplum olduğunun altını çizen Özkahraman, Osmanlı’nın farklı milletleri bir arada barış içinde tutabilmek için aralarına Manavları yerleştirdiğini dile getiriyor.

Manavlar güzel bir geleneklerini de yüzyıllardır sürdürüyor. Dini bayramlarda namazdan sonra genç-yaşlı hiç kimse bir yere ayrılmayarak caminin avlusunda topluca bayramlaşıyor. Bir halka oluşturarak herkes birbirinin bayramını kutluyor.Dini bayramlarda tüm köy halkının toplu bayramlaşmaya katılarak bu geleneği devam ettirdiğini belirtiyor.

Fatih Sultan Mehmed`in bilinmeyenleri


Türk tarihinin en önemli liderlerinden olan Fatih Sultan Mehmed’in cenazesindeki detaylar duyanları şaşırttı.